Türkiyeli Rumların geçmişten bu yana yaşadığı sorunları konu edindiği "Vatanım Yok Memleketim Var"ın yazarı Nurdan Türker'le konuştuk.
6-7 Eylül Pogromu’nun 60. yılı geride kalırken, yıl boyunca Rumların Türkiye’deki geçmişiyle ilgili kitaplar basıldı. Nurdan Türker’in kaleme aldığı ve Türkiyeli Rumların geçmişten bu yana yaşadığı sorunları konu edindiği "Vatanım Yok Memleketim Var", geçen ay İletişim Yayınları tarafından basıldı. İstanbul Rum Ortodoks Dinî Ritüellerde Aidiyet Algısı ve Temsili konusundaki doktora tezinin ardından böyle bir kitap yazma gereği duyduğunu belirten Türker’le konuştuk.
Türker, Rumlar hakkında çalışmasına vesile olan etkenleri, kitabın ilk bölümünde anlattığını belirtiyor: “Kitabın ‘Antropolojik Yolculuk’ bölümünde, beni Rumlar hakkında çalışmaya iten nedenlere değindim. Ana hedeflerimden biri, eşitsiz ve güç ilişkilerine ışık tutmaya çalışmak. Yaşadığımız şehrin (ve diğer şehirlerin de) her yerinde parçaları olan Rum toplumunun, örselenmiş, haksızlığa uğramış, göçe zorlanmış ve azaltılmış olduğu malum. Bu çalışmaya kadar ne yazık ki hiç Rum arkadaşım olmamış, yollarımız kesişmemişti. Bu başta zorlayıcı ama aynı zamanda daha çok yönlendirici bir faktör oldu.”
Nurdan Türker, ‘Vatanım Yok Memleketim Var’ kitabının nasıl ortaya çıktığını ise şu sözlerle özetliyor: “Aslında tezi kitaplaştırdım, ama tabii yayınevinin de kıymetli katkılarıyla şekillenmiş önemli revizyonlarla kitaplaştı. Bir de tez, zaten görüşmecilerin anekdotlarına, onların seslerine olabildiğince çok yer verecek şekilde yazılmıştı. Kitap, bir görüşmeciyle İstanbul’un onun için anlamını konuştuğumuzda söylediği ilk cümlelerle, Herkül ve Andeus’un hikâyesiyle başlıyor. ‘Meşhur Herkül'ün rakibi Andeus vardır. Onların ikisi birbirini yok etmeye çalışır. Herkül güçlüdür, Andeus’u tutar yere çalar, ama her yere vurduğunda daha zinde havaya fırlar. Andeus’un anası toprak ana. Dolayısıyla ayakları yere bastığı müddetçe onu yenmenin imkânı yoktur. Bunu öğrendikten sonra Herkül onu yerden koparır havada tutar ve orda öldürür. İstanbullu Rumlar aynı bu efsanevi Andeus gibidir. İstanbul’a ayakları bastıkça, kimse onları kolay kolay yok edemez. Ama onları burdan söküp attın mı...’ Efsanedeki Andeus gibi, ayağın yere basması, toprak, kök, yani İstanbul ile Rumlar arasında sımsıkı dokunmuş bağ var. Güçlü hissettiren de, zayıf hissettiren de mekâna ilişkin duygulanım. Kitap bu bağı ele alıyor. Kitabın bölümlerini, yani çatıyı oluştururken, duygusal bir izlek kurmaya çalıştım: Kimliğin bir parçası hâline gelen güvensiz zemin, korku, ayrılmaya, memleketi terk etmeye ‘karar verme’, Atina’ya yerleşme, yabancılaşma, özlem, hasret, dönememe, gelindiğindeki hisler gibi."
‘Rumca konuşmak kısık sesle mümkündü’
Kitapta Rumların geçmişte uğradığı bazı ayrımcılıklara da yer verilmiş. Türker, bunlardan bazılarını okuyucuya aktardığını ifade ediyor: “İlk başta dille ilgili baskıların ve ayrımcılığın etkilerinin kalıcılığını söylemem gerekir. On yıllar boyunca ‘sokakta tetikte, dikkat çekmemeye çalışarak’ yaşamak durumunda kalan Rumlar için, Rumca konuşmanın ancak kısık sesle olabileceği bilgisi ve deneyiminin, ikinci bir doğa gibi olması, içselleştirilmesi. Beyoğlu’nda yüksek sesle Yunanca konuşan Yunan turistleri ilk kez duyduklarında, Rumların hissettikleri şok ve bunun ‘biçimsiz, terbiyesiz ve çirkin’ olarak anlam bulması. Atina’ya yerleştikten ancak yıllar sonra Rumcayı hâlâ kısık sesle konuştuklarını farketmeleri gibi örnekleri sıralayabilirim. Dinî ritüellerdeki kısıtlamaları da buna ekleyince, ‘içimizde betonlaşmış korkular var’, ‘daima bir korku, çekingenlik’ sözleriyle anlam bulan bir kalıcılıktan, travmadan bahsediyoruz. Tıpkı, bir görüşmecinin anılarının, sekiz yaşındayken, altı Eylül’de Türk bayrağı yapılmak üzere kesilen kırmızı elbisesi ve üzerine anneannesinin pamuktan ay-yıldız yapmaya çalışması anında donması gibi. İşte tam da bu nedenle, korku anında donma, bu travma nedeniyle memlekete ‘turist’ olarak bile dönülemeyebiliyor ne yazık ki...”