Geçtiğimiz hafta Şırnak’ta öldürülen ve cansız bedeninin polis panzerinin arkasında sürüklenmesi tepki yaratan Hacı Lokman Birlik’i, oynadığı ‘Bark’ (Ev) adlı kısa filmin yönetmeni ve en yakın dostlarından Ömer Çakan anlatıyor.
İlkokul ikinci sınıftan itibaren bir tanışıklıkla başladı bizim Hacı’yla hikâyemiz, ilerleyen yıllarda dostluğa ve sonrasında da yoldaşlığa dönüştü. Aslında normal bir çocukluk ve arkadaşlık olabilirdi bizimkisi de. Fakat Şırnak'ta yaşıyorsanız ve takvimler 90'ları gösteriyorsa, her şey birden bire normal olmanın çok dışına çıkıyor. 1992 Şırnak-Cizre Newrozu sırasında patlak veren çatışmalı ve karanlık zamanlarda, yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalmış ailelere mensuptuk ikimiz de. İlk ve orta öğrenimimiz, zaman zaman aynı sıralarda, birlikte geçti.
Uzun boylu ve yakışıklıydı; bir o kadar da sempatik ve zeki. Kavgacı değildi, ama kavgada hep öndeydi; hele ki ortada bir haksızlık olmuşsa, kimse tutamazdı onu. Bazen ona hiçbir şey anlatamazdınız, ikna olsa da dinlemezdi. Sonradan ikna olurdu, kendi kendine yani. Diğer çocuklar gibi değildi velhasıl. Herhalde bu sıkı arkadaşlığın altında da bu yatıyordu. Her zeminde ortaklaştığım tek kişiydi Hacı. Bu çok da bilinçli inşa edilen bir şey değildi. Planlayarak veya tasarlayarak böyle bir şey isteseniz de olmaz. Bu durum şuna benzer: Kürtler olarak çayı çok severiz ve biri çay yapmaya kalkınca, bir büyük der ki, "Lez neke, bila lihemdê xwe çêbi." Yani der ki, " Bırak kendi halinde pişsin." Çünkü bilir ki, o çayın tadı bir başka güzeldir.
Önce hayat okulu
Lisede sınıf olarak ayrı düşünce, o da, ben de yeni arkadaşlar edindik. Ama ortaklaştığımız zeminler daha da büyüdü. Yeni gündemler, daha mühim meseleler vardı hayatımızda. Artık çok iyi iki dosttuk. Ben resimle, müzikle, fotoğrafla filan ilgileniyordum. O ise daha çok edebiyatla, kitapla, politikayla. Benden daha erken politize oldu haliyle. Genelde ülkede olup bitenler, özelde de Şırnak'taki meseleler hakkında konuşur olduk daha çok. Kendimizi tanımaya, kimliğimizi, kişiliğimizi inşa etmeye çoktan başlamıştık.
Hacı, çözemediğim bir şekilde tanıdığı ya da yeni tanışmış bile olsa istisnasız herkesten inanılmaz bir sevgi ve içten içe bir saygı görürdü. Bir şekilde dokunduğu, hayatına temas ettiği herkeste iz bırakırdı. Kendisini çok kereler kıskandığım olmuştur, ayıptır söylemesi…
Okul bittikten sonra, hayatımızın önemli kırılma noktalarından birini yaşadık. Üniversiteden mezun olup memlekete dönen abilerimizle tanışmaya başlamıştık. Birbirinden değerli bir avuç güzel insandı. Bunların bir kısmı üniversite okumamasına rağmen, aynı birikime sahipti. Onlar, hayatı anlamlandırmada bizim en büyük şansımız oldu. Bir araya geliniyor, güzel güzel projelerden aktivitelerden konuşuluyordu. Sonra yavaş yavaş önce Hacı, sonra ben ekibe dahil olduk. Her defasında ufkumuz biraz daha genişliyordu. Derken o güzel insanlar, sürekli birlikte olunacak, çatısı altında konuşulan projeleri hayata geçirmeye olanak sağlayacak bir oluşuma gitme kararı aldılar. Tabii Hacı ile ikimiz de artık onların arasındaydık. Önceleri adı sadece Şırnak Çalışma Grubu olan bir inisiyatifti, sonradan daha fazla gencin katılması ve faaliyet alanlarının genişlemesiyle Şırnak Çalışma Grubu Derneği oldu. Birbirinden değerli bir sürü çalışma yapıldı; konserler, film gösterimleri, toplantılar, yardım kampanyaları, protesto ve eylemler, özellikle kurulmaya çalışılan termik santral karşıtı çalışmalar ve daha niceleri...
Ayrı zamanlardan aynı zeminlere
Bütün bunlar, üniversite fikrini kafamızda başka boyutlara taşıdı. Karar aldık ve yeni açılan bir dershaneye kayıt yaptırdık. Yine Hacı ile aynı sınıftaydık. Çok hırslanmıştık, oldukça kararlı ve gözü kara başlamıştık, öyle ki yanımıza bir kaç arkadaş daha alarak "Bu iş böyle, aile, çocuklar, ev ortamı ile olmayacak" deyip, küçük tek göz bir yer kiraladık. Başladık, iyi de gidiyorduk, sonra giderek düşen bir grafik seyretti çalışmalarımız. O sene üniversiteyi hiçbirimiz kazanamadık.
Sonraki sene, Hacı, üniversiteye hazırlanmayı bıraktı. Gerek görmüyordu. Haklıydı da zaten, kendi kendini eğitiyor, heybesini dolduruyordu. O yıllarda, politik okumalar yaparak Kürt siyasal hareketi üzerine daha çok kafa yordu. Ben o sene kazandım üniversiteyi. Biraz, Mersin Üniversitesi’nde sinema televizyon okuyan kuzenimin etkisiyle, biraz da sanata olan ilgim dolayısıyla ben de sinema- televizyon bölümünü tercih ettim ve ilk olarak Adana’da, sonra da Konya’da okula devam ettim. Bütün bu süreçlerde Hacı ile mekânsal bir ayrılık olmuşsa da, iletişim kanallarını kullanarak görüşüyorduk. Bir süre, daha önce birlikte çalıştığımız kafede, başka kafelerde çalıştı. Bir ara bir arkadaşımızla ortaklaşa, parfüm satan küçük bir dükkân açtı. Sonra yazları belediyenin aile çay bahçesinde çalışmaya devam etti. Çalışmaktan hiç gocunmaz, tevazuyu asla elden bırakmazdı. Çok güzel yemek yapardı Hacı, özellikle menemeni. Hatta ben “Tam üniversite okuyacak adamsın, zaten menemeni de çok güzel yapıyorsun, sen gel he de" derdim, dinlemedi. “Ben böyle iyiyim” derdi.
Tabii bir de o süreçlerde, yurtsever kişiliği iyice pekişmişti. Okumalarını devam ettirmiş, politik kişiliği iyiden iyiye güçlenmişti. Etrafındaki insanları da aynı oranda etkilemeye devam ediyordu. Öyle ki, göze batmaya başlamıştı çoktan. 2009’da hakkında arama emri bile çıkarılmıştı. O zaman bir süreliğine Mersin’e gitti. Aynı yıl tanıştığı kuzenimle Mersin’de bir araya gelmişler; kuzenim, Hacı’yı kendisinin ‘Yabancı’ adındaki kısa film projesinde oynaması için ikna etmişti.
Sürekli yeteneksiz olduğundan yakınırdı Hacı. “Abilerim müzisyen, sesleri güzel, bende hiçbir şey yok" derdi, bahis açılınca. Sonra oyunculuğa karşı doğal bir yeteneği olduğu ortaya çıkınca "Al sana yetenek, daha iyisi mi olur" diye takılırdık. Çok şaşırmıştım tabii. Hacı, o vakur adam, kamera karşısına çıkacak ve oynayacak. Çıktı ve oynadı. Gizli kalmış ve çok beslemediği bir yönü daha çıkmıştı gün yüzüne. Sonra hakkındaki arama emri kalkınca, Şırnak’a dönüp her şeye kaldığı yerden devam etti. Ben de okuldayken bir kısa film projesi hazırladım ve bir gün arayıp “Hacı, hani 90’larda çocukken tanıklık ettiğimiz bir hikâye vardı, gel bunu filme çekelim" dedim. Bir saniye bile tereddüt etmedi. Etmezdi de zaten, biliyordum. Haberi olsun diye söylemiştim sadece.
Mütevazı ve mağrur
Böylece yoldaşlığımız daha büyük, daha mühim bir noktada devam etti. Beraber tarihe not düşüyorduk. Filmin çekimleri sırasında, Hacı diğer bütün ekip arkadaşlarımız gibi her şeyin ucundan tuttu, her zerresine emeğini iliştirdi ve nihayet çekimleri bitirdik. Küçük bir kutlama buluşmasından sonra ekip dağıldı. Okulu olan okuluna, işi olan işine. Ben de Hacı ile vedalaşıp filmin montajını yapmak üzere okula döndüm. Montaj aşaması bittikten sonra, filmi Şırnak'a gönderdim. Şırnak’ın meydanına kurulan çadırda yapılan gösterimde, filmi Hacı da seyretmiş tabii. Sonra konuştuğumuzda "Daha iyisini yapabilirdim, içimde kaldı" diye kendinde hâlâ eksik bulma çabasındaydı. Dedim ya, mütevazı ve vakur diye.
Gülüşü kaldı bize
Kısa bir süre sonra KCK davası kapsamında tutuklandığı haberini aldım. İki yıl kadar tutuklu kaldı, o süreçte pek görüşme imkânımız olmadı haliyle; bir iki satır mektup, o kadar. Hapiste iki yıl geçirip çıktıktan sonra yanına gittiğimde, hiçbir şey olmamış gibiydi. Ben yine şaşırmıştım. Bir insan bu kadar özgün olabilir mi? Aynı Hacı! Sanki dünden kalan bir konuşmayı devam ettiriyormuşuz gibi samimiydi ve geçen onca zamanın izini bir anda sildi.
Hacı, tam da filmde anlattığımız o hikâyedeki gençti. Hep de öyle kalacak. Birlikte yaptığımız o küçük film, hayatının, fedakârlığının ve özverili yaşam tarzının özetidir işte.
Sonrası... Sonrasında Hacı'nın gülüşü kaldı işte bize. O sıcak, içten ve düşmanı kahreden gülüşü...