Alev Karaduman Doğubeyazıt doğumlu bir Kürt. Beş yaşında geldiği İstanbul’da büyüdü, yaşıyor. Birgün, Cumhuriyet Kitap ve Ot Dergi gibi mecralara yazan Karaduman, metropolde büyüyen bir Kürt olarak yaşadığı ikilemleri önce yazıya döktü, sonra bu ikilemlerle yaşayan diğerlerine ulaştı. Sekiz kişinin yolculuğunu kayda döken ‘Anlıyorum ama Konuşamıyorum’, tam da ismi gibi, iki yaşam, kültür arasında sıkışmış, anadilini öğrenememiş ve belki de bunun ezikliğini hayatı boyunca sırtında taşımış bir kuşağın kimlik sorgulamalarını aktarıyor. Çözüm süreci döneminde hazırlanmış, süreç ‘buzdolabındayken’ basılan kitap Kürt meselesinin şimdiye kadar bakılmamış bir açısına bakıyor, Karaduman’ın dediği gibi ‘biz anadil hakkını da konuşuyorduk’ diye hatırlatmak için.
Kitapta aşağı yukarı aynı yaş aralığında 8 kişi var. 90’larda çocuk olmuşlar, hikayelerinde miheng taşı diyebileceğimiz durumlar ortak: Abdullah Öcalan’ın yakalanması, Körfez Savaşı, Ahmet Kaya’ya yapılan linç... Yola çıkarken, asimile olmuş Kürtlerin hayatında neyi merak etmiştin?
En çok merak ettiğim, göçten sonra ailelerin verdiği tepkiydi. Hepsinin hikayesi, ya ailelerinin ya kendilerinin göçüyle başlıyor. Kimi aile tamamen ‘oralı’ kalmaya devam ediyor, memur, öğretmen çocukları olan kimileri daha ‘pozitif’ bir adaptasyon süreci geçiriyor. İkinci olarak ailedeki iki dillilik çok önemliydi. Kitaptaki her röportajda ya iletişim kurulamayan bir babane, bir dede ya da siyasi anlamda bedel ödemiş bir akraba var. Her ne kadar kültürelerinden kopuk dursalar da orayla ilişkilerini organik bir şekilde sağlayan hem dil anlamında, hem siyasi anlamda bir bağ, dolayısıyla da bir ikilik, yarılma var. Bir de tabi hepimiz Türk eğitim sisteminden geliyoruz. Sistemin etkilerini sormak önemliydi. ‘Andımız’a, İstiklal Marşı’na, Atatürk heykellerine, bayrağa karşı verdikleri refleksler. Konuştuklarımın birkaçı dışında hepsinin çocukken Kemalist olduğunu görüyoruz. Bu sorular oluşlarını belirleyen sorulardı. Bir de değişimlerini belirleyenler var. Öcalan’ın yakalanması örneğin.. Evde duydukları gerginlikle sokakta gördükleri coşku büyük bir uçurum. Ahmet Kaya’nın linç edilmesinden sonra ailelerin taşıdığı üzüntü, endişe, bunlar da küçük fark edişler. Ya da kişisel tarihlerindeki dönemeçler önemli, mesela biri, “Dersim neresi sorusunu sorarak öğrendim herşeyi” diyor.
Biraz önce bahsettiğin ‘iki dünya arasındaki’ ikilik görüştüğün insanlarda kapanmış mıydı?
Şehirde yaşayan bir çocuk olarak bir yandan “Aman Kürt olduğumu çok açık etmeyeyim” diyorsun. “Biz farklıyız, farklı olduğumuzu çok söylemesek iyi” gibi bir durum oluyor. İşin ilginç tarafı böyle doğduğun ve büyüdüğün için buna hazırlıklısın. Saklamaysa saklama, yalansa yalan, bunları da yapabiliyorsun. Ama bir yandan büyük bir özgüven de var. Çünkü o çocuklar gibi değilsin ama istersen onlar kadar iyi notlar alıp onlar gibi kısacık şortlarla da gezebiliyorsun. Bu ikilik nasıl kapanıyor? Belki kapanıyordur ama benim kitabım o ikiliğin hiç kapanmadığı insanlarla alakalı. Politik bir aydınlanma yaşadıktan sonra o ikiliğin üzerine gitmeye başlıyorsun. Biz niye böyleyiz, bize niye Kürtçe öğretmediniz, halalarım neden Türkçe konuşamıyor soruları başlıyor. Üstüne gittikçe o ikilik uçurum oluyor ama bunun getirdiği güzellikler de var. Büyük bir empati kabiliyetin gelişiyor.
"Kitaba başladığım sürede Kürtçe kursuna başladım, kuzenlerim çok şaşırdı ‘Kürtlüğe neden merak sardın sen? diye soruyorlar bana."
Bu ikiliği dert edinmemiş insanlar görüşmeyi düşünmedin mi?
Örneğin kendi ailemde benden üç-dört yaş küçük kuzenlerime bakıyorum. Onlar için kimlik bir sorunsal değil. Kültürü yaşatmak gibi bir temennisi yok. Kitaba başladığım sürede Kürtçe kursuna başladım, kuzenlerim çok şaşırdı ‘Kürtlüğe neden merak sardın sen? diye soruyorlar bana. Her mesele herkesi ilgilendirmez, biraz hassasiyet, biraz empati gerekir belki de. Kürtçe bilmemesini dert etmeyen insanlarla da röportaj etme çalışmalarım oldu ama konuşacak birşey olmuyor o zaman. Sorunca “Üzerine düşünmedim, gerek duymadım” diyor. O yüzden yapmamayı tercih ettim.
Kitapta memleketlerine yaz tatilide gidip akrabaları tarafından ‘şehirli çocuk’ diye hafif dalga geçilen insanlar da var. Kürt siyasi hareketine hiç bulaşmamış Kürtler de var. Kürtler arasında, siyasi harekete bulaşmamış Kürtlere yönelik bir ötekileştirme var mı sence?
Bir ötekileştirme değil ama bir ayrıştırma var bence. Sadece onlar senin onlar gibi olmadığını, aynı deneyimleri yaşamadığını, biraz ‘zeytinyağlı Kürt’ olduğunu biliyorlar. Kürtlük bazen ortak payda bile oluşturmayabiliyor. Çünkü yaşananlar o kadar farklı ki. Onlar da sana biraz acıyarak bakıyor aslında. ‘Şehirde büyüdü ama kültürünü, dilini kaybetti’ diyor.
"Kürtlük bazen ortak payda bile oluşturmayabiliyor. Çünkü yaşananlar o kadar farklı ki. Onlar da sana biraz acıyarak bakıyor aslında. ‘Şehirde büyüdü ama kültürünü, dilini kaybetti’ diyor."
Senin hikâyende de görüyoruz, aile suçlanmasa da Kürtçe bilmemenin nedeni aileye bağlanıyor. Anne-baban bu kitabı okuyunca ne hissetti?
Çok güzel filan dediler ama bazı konularla ilgili çok şaşırdılar. Benim öyle hissedebileceğimi hiç düşünmemişiler. Bunu tamamen hiç düşünmeden, çok doğal bir şekilde yaptıkları için asimilasyonun bilinçli bir basamağı olduklarının farkında bile değiller aslında. O yüzden “Çok güzel anlatmışsın herşeyi ama biz de bilmiyoduk ki böyle olacağını, bu kadar üzüleceğini bilsek Kürtçe konuşurduk” diyorlar. Kürtçe gerçekten gereksiz duruyordu onların perspektifinde. Kürdistan’da yaşamıyorsa bir ailenin çocuklarıyla Kürtçe konuşması gerçekten politik bilince sahip olanların yapabildiği bir seçim. O yüzden kimse de ailesini suçlamıyor. Kendini suçlama daha çok var herkeste. Devleti de suçlayabilirsin tabii ama “Bu yaşıma geldim hala öğrenmedim” gibi bir suçlama baskın.
Bu söyleşileri yaptığında çözüm süreci devam ediyordu, anadil hakkından, kültürel haklardan bahsediyorduk. Şimdi bambaşka bir telden konuşuluyor. Bu kitabı şimdi hazırlayabilir miydin sence? Bu insanlarla tekrar konuşmak ister miydin?
Tekrar konuşsaydım söyleyeceklerinin çok farklı olacağını düşünmüyorum ama gelecekten beklentileri farklı olacaktır sanırım. Öyle bir iklimdi ki politik olarak haklarımızı savunuyoruz gibi bir çabaları, umutları vardı. Şimdi onların değil ama ailelerin refleksleri değişmiştir bence. Çünkü onlar bu süreçleri yaşadı, tekrar yaşıyorlar ve eskiden nasıl içlerine kapandılarsa yine kapanacaklar. Bir de şöyle düşünüyorum; kitap sanki böyle bir iklim de vardı, insanlar bunları da düşünüyordu demek açısından, tarihe not düşmüş gibi geliyor. Umarım bu tarih çok geride kalmaz. İnsanların istekleri, arzuları, inançları, inatları değişmedi çünkü.
Bu kitaptan ne bekliyorsun?
Metropolde büyüyen Kürt olunca ‘yarı yarıya’ oluyorsunuz ya, bu problemden bahsetmek büyük bir lüksmüş gibi geliyor. Yani o kadar gerçek acının yaşandığı bir yerde bunu bir problem olarak anlatmak çok manasız geliyor insana. Belki sadece barış sürecinde yazılabilecek, “Evet şimdi bunu konuşabiliriz, ayıp kaçmaz” diye düşünülebilecek bir kitaptı. Kürt meselesini çok farklı açılardan gördük ama isterseniz adına Beyaz Kürt deyin, isterseniz asimile, batılı, şehirli Kürt deyin, bu tarafını kimse görmemişti şimdiye kadar. Kitapta konuşan Mahir “Her zaman bu ikilikten kaynaklanan bir heybeyle dolaşıyorsunuz” diyor. Küçük bir heybe ama hep sizinle. Bunu açmaya da kimse sormadıkça cesaret edemiyorsunuz ya da gereksiz geliyor. ben o heybeyi açmak istedim. Sekiz kişi olarak açtık. iyi ki de barış sürecinde yapmışım. Çünkü şu anda ben de açmazdım, konuşulacak başka bir sürü şey var yine. Ama umarım birileri de o heybelerin, kimi zaman kasvetin, utancın, ezikliğin farkına varır. Birbirimizi daha iyi anlamak adına.
Ahmet Kaya da bizim gibiydi
Kitabı Ahmet Kaya türkülerine ithaf etmişsin. O bu kitabın neresinde duruyor?
Hikâyelerde çok geçiyor diye ithaf ettim. Önsözü de Gülten Kaya yazdı. Her söyleşide birçok farklı duygunun en ağır bastığı zamanlar Ahmet Kaya’nın ortaya çıktığı konulardı. Genel fikir şu: O da bizim gibi batılı olabilmişti. O toplantıyı basmadı, onu çağırmışlardı, saygıdeğer bir müzisyendi. Türkçe konuşuyordu. Ahmet Kaya’nın yaşadıklarına tüm aileler ortak tepkiyi veriyor. Bir de onun sadece hayalini ettiği şeyi yapamadığı için, Kürtçe konuşamadığı için hayatının en büyük ezikliğini yaşayan bir nesille konuştum ben. O, kültürün en tatlı temsilclerinden. Mesela bizim evimizde, ne kadar Türkçe konuşursak o kadar iyi kaygısıyla Ciwan Haco, Şivan Perwer değil Ahmet Kaya dinlenirdi.
Anlıyorum Ama Konuşamıyorum - Alev Karaduman from Alev Karaduman on Vimeo.
Kitaptan
(...) Yıllar önce Danimarkalı birkaç milletvekili ile Barzani’nin davetlisiydik. Hepimiz büyük masaya dizildik oturuyoruz. Barzani geldi, herkes birbiriyle selamlaştı derken... Barzani de 7 dil bilmesine rağmen prensip olarak sadece Kürtçe konuşuyor. Aramızda bir de çevirmen var yani. Selamlaşma faslından sonra hepimizin arasından bana döndü, biraz duraksadıktan sonra Kürtçe olarak dedi ki “Sen Kürt’e benziyorsun”. Çok şaşırdım, çok da hoşuma gitti. Ben de hemen çatpat Kürtçemle dedim ki “Evet, aslında ben Kürt’üm”. Sonra Kürtçe devam etti o, ben anladım zaten senin Kürt olduğunu falan diyor ama başka bir şeyler daha diyor. Benim dilim tutuldu, birazını anladım, birazını kavradım ama en çok da tekrar tekrar kıvrandım. En sonunda “Ben Kürt’üm ama sadece anlayabiliyorum, konuşamıyorum” dedim.
Özlem Sara Çekiç, Danimarka Sosyalist Halk Partisi Milletvekili
(...)Ben Kürt olduğunu bilen ve hisseden ama yaşayamayıp aktaramayan bir adamım. Yarın öbür gün benim çocuklarım karşıma çıkıp “Baba sen Kürt’müşsün, doğru mu?” diye sorabilir gayet. Benim yıkılacağım an o andır işte. Benim çocuğumun bana soracağı o soruyu bekliyorum ben, korkuyla bekliyorum. Ne diyebilirim ki “Valla öyleymiş moruk. Naapalım, böyle oldu” derim herhalde. Belki isimlerini Kürtçe koyarım o soruyu sormasınlar, baştan bilsinler diye ama o da kendini kandırmak olacak bir yerde.
Cabbar
(...) Bir Kürt coğrafyasından bir metropole taşınınca insan, ne kadar ‘modern’ bir çekirdek aileden gelirse gelsin, siz ve dışarısı çok büyük bir duvarla ayırılıyor. Bizim ailemizde kuma normal bir şeydir mesela. Amcamın, dayımın ve abimin iki karısı var; teyzem de ikinci kadın olarak evlendirilmiş. Bizim kültürün normal karşıladığı bu tarz şeylerle baş etmenin tek yolu, yokmuş gibi davranmaktı. Kumalı ailelerde büyüyen kuzenlerimin hayatları ise kocaman bir yalandı.(...) Bulaşıcı bir hastalık gibiydi çift yaşamlı, çift kuramlı olmak ya da külliyen yok saymak. Sonradan bu yokmuş gibi davranmalar acısını vicdanlardan farklı bir şekilde çıkarsa da o zamanın yapılması gerekenlerini yaptık hepimiz diye düşünüyorum.
Alev Karaduman