2015 Hrant Dink Ödülü, Türkiye’de 20 yıldır LGBT hakları mücadelesi veren Kaos GL’ye verildi. Sadece eşcinsel ve translar için değil, bireyi tahakküm altına alan sistemin kuşattığı hepimiz için söz ve eylem üreten Kaos GL, LGBT hareketin özgün muhalefet imkânlarını da alabildiğine gözler önüne seriyor. Ankara merkezden başlayarak İstanbul ile birlikte pek çok yerele doğu yayılan bu gücün sırrını, hikâyesini ve geleceğini, Kaos GL’den Seçin Tuncel, Umut Güner ve kaos.org’un editörü Yıldız Tar’la ile konuştuk.
İç savaş koşullarının hüküm sürdüğü bugünlerde, LGBT hareketin mücadele imkânları giderek daha belirginlik kazanıyor. Sizce hareket, barışa neler katabilir ve iktidar açısından neden bu kadar tehlikeli?
SEÇİN TUNCEL: Eşcinselliğin kendisi, her zaman dışardaki insanlar tarafından yatak odası meselesiymiş gibi ele alınır. Bize hep “Kimse size karışmıyor, evinizde gizlice ne isterseniz yapın” dendi. Oysa biz diyoruz ki, heteroseksizm, homofobi, transfobi; heteroseksüel kadın ve erkekleri de içine hapseden, savaşla, militarizimle bağlantılı bir konu. Heteroseksizm, aslında hiçbir zaman senin özgür, tek ve çeşitliliğin içinde toplumda varolmanı istemez.
YILDIZ TAR: Zaten bu yüzden “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecek” diyoruz ya… LGBT’lere dönük ciddi baskı ve ayrımcılık var, ama bunlar salt LGBT’ler için geçerli değil. Toplumu küçük odacıklara hapsetme siyaseti hâkim. O odacıklar, Seçin’in de dediği gibi LGBT’ler için yatak odası, Ermeniler için belki ‘uslu Ermeni’ olma hali, Kürtler için ‘bu devletle derdi olmayıp Kürtçe konuşmayan Kürt olma hali’ olabilir. Her birimiz için çizilen bir sınır var. Biz, bu sınırlar içinde bize verilecek bir iki hakkı lütuf gibi görmeyi reddettiğimiz için tehdit olarak algılandık.
"LGBT dediğin zaman, bir araya getirip bir kaba sığıştıramadığın bir şeyden bahsediyorsun. Örneğin Ermeni ya da Kürt toplumunun içinde de eşcinsel ya da translar var, Ülkü Ocakları’nın içinde de... Dolayısıyla, o kaba sığmama halinden, yatay ağlarla toplumun geneline bir söz söyleme imkânı var."
Bu noktada devletin ayrıştırma, kompartımanlara ayırma politikası devreye giriyor ve sistemin kendisine tehdit olarak gördüğü farklı grupları, kendi içlerinde de birbirine uzak kılabiliyor. Örneğin mağduriyetin varlığı, bir Ermeni’nin bir transa karşı tepkisine engel olamayabiliyor…
Y. T.: Çünkü eşcinsel ya da translıktan bahsettiğimizde, hepimizin ortak küfründen bahsediyoruz. Etnik kimlik mücadelesinin belli bir coğrafyası, aile bağları vardır. İnanç mücadelesinin de kilise, camii ya da cemevi vardır. LGBT dediğin zaman, bir araya getirip bir kaba sığıştıramadığın bir şeyden bahsediyorsun. Örneğin Ermeni ya da Kürt toplumunun içinde de eşcinsel ya da translar var, Ülkü Ocakları’nın içinde de... Dolayısıyla, o kaba sığmama halinden, yatay ağlarla toplumun geneline bir söz söyleme imkânı var.
Ortak küfür derken, son Onur Yürüyüşü’ne yapılan saldırıyı hatırlıyorum yine. Sanki sonradan yaşatılacak bütün saldırıların işaret fişeği gibi algıladım ben o günkü şiddeti…
Y. T.: Onur Yürüyüşü tarihi açısından bu ilk saldırı değil, zaten 90’larda ilk Onur Yürüyüşü yapılamamıştı bile. Sonra aralıklarla yapıldı, yürüyüş o zaman da “üç beş ibne”nin yürümesiydi, yazmaya bile değer görülmedi. Son kitlesel yürüyüşü, ben de açıkçası savaş iklimiyle bağlantılı görüyorum. Savaş ortamında devlet, gücünü herkesin üzerinde dener ve herkesi disipline etmek ister. Öte yandan benim orada gördüğüm, devletin basiretsizliği ve beceriksizliğiydi; çünkü sen bir caddede iki saat boyunca yürüyüp slogan atacak insanlara saldırdığın için, bu sefer gökkuşağı bayrağı sekiz saat boyunca Beşiktaş, Şişli ve Beyoğlu’nun her yerinde arsızca dalgalandı.
Bu arsızlığa giden süreçte Kaos GL, hareketin tarihi açısından da çok önemli. Başlangıç günlerine dönersek, bir çırpıda hatırladıklarınız?..
S. T.: Her şey 90’larda bir dergi olarak ortaya çıkıyor. Düzenli bir derginin iki ayda bir çıkması, dışarıya olduğu kadar, LGBT toplumuna da eşcinsel olarak bir şeyler yapılabileceğini kanıtladı. Aynı dönemde İstanbul’da da hareketler vardı. Kaos GL, 1994’te “Sen bana rağmen beni tarif ediyorsun, bu ben değilim” isyanından doğdu. İlk dönem, büro için yer bulmaktan, kiminle birlikte yürüneceğine kadar pek çok sıkıntı vardı. İlk etapta anarşistler, daha sonrasında da feministlerin de destek vermesiyle, kendine nefes alacak bir alan yarattı kolektif. O dönem muhalif hareketleri de şimdiki gibi değildi, mesela sendikalar “Sen kapitalizmin artığısın” diyor, arkalarını dönüyorlardı bize.
UMUT GÜNER: 90’ların büyük bir kısmı, birbirimizden öğrenerek geçti. 2000’lerin başında ise artık kamuya nasıl açılacağız tartışması yapılıyordu. 2000’lerde Türkiye Eşcinseller Buluşması daha kolektif bir öğrenme deneyim sundu hepimize. Derken 1 Mayıs’ta Kaos GL, ilk kez meydanlara çıktı ve aslında o tarihin tanımını da değiştirdi; işçinin bayramı algısından özgürlük talep eden herkesin bayramına genişledi 1 Mayıs ve aynı zamanda eşcinsel işçi ve memurların olduğunu da gösterdi.
Dayanışma pratiği açısından, açıkçası hep zorla ilişkilendik. Barış için sivil toplum toplantılarında, “savaş, heteroseksizmi de meşrulaştırıyor” cümlesi için bile basın açıklamalarında mücadele vermemiz gerekti.
Politikayı herkes yapar, asıl görünmeyenlere, sesi çıkamayanlara alan açmak gerekiyor. Bunun için, bulunduğumuz her alanı geliştirmek ve diğerlerine de yer açmaya çalışıyoruz.
Peki o günden bugüne neler değişti? Ne gibi deneyimler biriktirildi?
S. T.: Ben, 2003-2004 döneminde geldim. Şimdi Ankara’da sosyal etkinlikler için sendikalara gidebiliyoruz, dışarıdaki etkinlikler için kafeler var, ama bunların hiçbirine kolay erişmedik. İlk dönemde beş kişiyi kabul eden yer yoktu, evlerde toplanılıyordu . 2003’teki ilk sempozyum için Çankaya Belediyesi, itfaiye aracı getirmişti sempozyum önüne. Yangın çıkartabilirler diye mi düşündüler, hâlâ bilemiyoruz. Politikayı herkes yapar, asıl görünmeyenlere, sesi çıkamayanlara alan açmak gerekiyor. Bunun için, bulunduğumuz her alanı geliştirmek ve diğerlerine de yer açmaya çalışıyoruz. Yılda yaklaşık, çoğu da muhalif, beş yüz öğretmenle bir araya geliyoruz. Hepsinin de bir hikâyesi var, bir çocukla. Çoğu iyilik yaptığını zannederek, ailesine çocuğun durumunu haber vermiş mesela. Şimdi o çocuk nerede diye sorduğunda ise kimse bilmiyor. Pek çok örnekten bildiğimiz gibi, çocuk okuldan alınmış olmalı. Dolayısıyla, daha ilk aşamada eğitim hakkı yarıda kesilen, sokağa itilen çok fazla insan var.
Kaos’un bu anlamda, eğitim gibi yoğunlaştığı diğer alanlar, uğraştığı öncelikli meseleler neler?
Y. T.: İnsan hayatının değdiği her alanda söz üretmeye çalışıyoruz. Oradan hem hak savunuculuğu yapmak, hem de LGBT toplumu ile daha örgütlü şekilde bir araya gelecek zemin hazırlamak gibi bir amacımız var. Medya, bu alanlardan biri. Hukuk hem danışmanlık vermek, hem de yasal değişiklik talebiyle gündemimizde. Parlamentoyu da hem yasa yapıcı olarak görüyor, hem de oradaki nefret söylemine bakıyoruz. Türkiye transit ülke olduğundan, çifte ayrımcılığa maruz kalan LGBT mültecilerle ve genel olarak mülteci sorunuyla da ilgileniyoruz. Sağlık, eğitim ve çalışma hayatı, yine ihlaller açısından da en temel alanlar.
Hareket güçlenirken, genç kuşaklar açısından yaşanabilecek sıkıntılar, eskisinden farklı mı?
U. G.: Şöyle bir şey var. İnternet, doğru bilgi kadar yanlış bilgi de verebiliyor. Sosyal hizmet eğitimlerinde partner siteleri üzerinden, çocukların kötü seks deneyimlerinden ailenin ya da kurumun haberdar olması gündeme geliyor. Çocuklar, bizimle iletişim kurmadan eşcinsel yaşama atılmak ve onun travmalarıyla baş etmek zorunda kalabiliyorlar. Böyle bir travma yaşadıktan sonra bizimle ilişkilenmek, elbette önceden bağlantıya geçmekten çok farklı. Küçücük çocuklar el ele tutuştu, yanaktan öpüştü diye polise ifade vermek zorunda kalıyor, mahkemeye çıkıyor, çocuğa yönelik cinsel istismarla suçlanabiliyorlar.
Bir de kendi sıkıntım var, paylaşmak istediğim. 2000’lerde beni çok yaralayan bir cümle duymuştum. O dönem insan hakları savunucularına, “Biz de ölüyoruz, biz de tecavüze uğruyoruz, bizi, acımızı görün” diyorduk. İnsan hakları konusunda çalışan kadın aktivist, “Güneydoğu’da bir sürü insan ölürken size sıra gelmiyor” dedi. Bu cümle, bana yeteri kadar ölmüyorsunuz anlamında tınladı, çok canım yandı. Derken 2010’da 14 cinayet işlendi ve o sene LGBT insan hakları raporunu yazarken, sürekli aynı soruyu sordum durdum kendime: “Yeteri kadar öldük mü bu sene?”
‘Bizleri süs olarak görüp sevmeye kalkanlara, gönül kapınızı değil, sınır kapınızı açın diyoruz’
Uluslarası Hrant Dink Ödül Töreninde Kaos GL kurucularından Ali Erol'un yaptığı konuşma şöyleydi:
"Değerli dostlar,
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmek”le yetinmeyip nefretle hayata kast edenlerin Hrant Dink’i aramızdan aldığı o gün, Ankara’da dernek merkezimizde kendiliğinden salona toplanıvermiştik. Bugün eşcinsellerin ‘tahrik’le, Ermenilerin ‘kaza’yla öldürülmelerinin normal kabul edildiği bir toplumda yaşasak da sevgili Hrant’a ödetilen bedelin “normal” olmadığını seziyorduk. Sevgi ve özlemle andığımız Hrant Dink’in hayatına mal olan ‘tedirginlik’le ömür geçiren biz eşcinseller ve translar, “Bu toplumda sadece heteroseksüeller yaşamıyor, biz de varız” diyerek yola çıktık. Mücadelemizi, sadece cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığına karşı sınırlamaktansa, çağrımızı “Eşcinsellerin kurtuluşu, heteroseksüelleri de özgürleştirecektir” şiarıyla yaydık ve yükselttik. Nasıl ki Ermeni toplumu “Merhamet değil, adalet istiyoruz” diyorsa, LGBT toplumu da “Buradayız, alışın gitmiyoruz” direnciyle bugünlere geldi.
Irkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadele etmeden, homofobi ve transfobiye karşı mücadelemizde başarılı olamayacağımızı biliyoruz. Bu bilinçle, yıllardır sadece heteroseksizmin sınırlarına karşı değil, aynı zamanda seksizm, milliyetçilik, ırkçılık ve militarizmin sınırlarına karşı da mücadele ediyoruz.
Bugün sevgi ve özlemle andığımız Hrant Dink, kendi çemberinde dönüp durmayı reddettiği ve hiç şüphesiz ‘birlikte dönüşme’, ‘birlikte özgürleşme’ çağrısını hem içeriye, hem dışarıya ulaştırabildiği için hepimizin Hrant Dink’i olmaya devam ediyor.
Eşcinselleri ve Ermenileri, canları isterse ‘süs’, canları isterse ‘ulusun düşmanları’ olarak görmekten vazgeçmeyenler, her zaman olacaktır. Bizleri ‘süs’ olarak görüp sevmeye kalkanlara, çekinmeden ‘gönül kapınızı’ değil, ‘sınır kapınızı’ açın diyoruz. Ermenistan sınırını şartsız ve bir an önce açmanın lütuf değil, tarihî ve aktüel bir gerek olduğunu hatırlatıyoruz. Çünkü biliyoruz ki, devletinden vatandaşına hepimiz ulus-devlet projesi ile zehirlendik. Bütün bu sınırlara rağmen “Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Trans” hareketi olarak, nasıl ki özgürlük mücadeleleri arasında köprüler kurabiliyorsak, homofobi, transfobi, ırkçılık ve milliyetçiliğe karşı da birlikte mücadele etmekten vazgeçmeyeceğiz."