Beyoğlu Belediyesi tarafından onuncu kez düzenlenen ‘Altın Eller Geleneksel El Sanatları Festivali’, bu yıl bir sadekarı ağırlıyor. Kapalıçarşı’da başlayan ve 35 yıldır devam eden meslek hayatında, Paris Hilton için de mücevher tasarlamış olan ve değerli taşları, özgün tasarımlarıyla daha da değerli hale getiren Viktor Öcal’dan, çalışmalarını ve tasarımlarına gizlenen güvercinlerin hikâyesini dinledik.
İsterseniz ‘Güvercin’le başlayalım. Bu projenizden bahseder misiniz?
Zamanında Anadolu’dan, Ermeni toplumuyla ilgili fikir danışmaya kim gelse, biz yetkin ağız olmadığımızı söyleyip, Hrant Ahparig’e yönlendirirdik. Aslında bizler de tarihimizi, kimliğimizi öğrenmeli ve anlatmalıydık. Hrant Ahparig’in kaybıyla, bu bir bayrak yarışına döndü ve ben o bayrağı birilerinin devralması gerektiğine inanıyorum. O, halkı için mücadele etti; bizim de bu mücadeleyi kendi alanlarımızda devam ettirmemiz gerekiyor. Bu sebeple ‘Güvercin’ projesini hayata geçirdim. Hrant Ahparig’in cenaze töreninde uçurulan güvercinleri ölümsüzleştirmek istedim, Kendi alanımda bu kavgaya sahip çıkmaya çalıştım. Böylece, başlangıçta iki yüzük hazırlandı; biri yurtdışına, diğeri Rakel Kuyrig’in parmağına gitti. O günden beri, ürettiğim her 30. mücevhere, tasarımın bir yerine, Hrant Ahparig’in anısına bir güvercin yerleştiriyorum. Kaç çalışma yaparsam yapayım, bu gelenek ben yaşadığım sürece devam edecek. O güvercinler Hrant Ahparig’i hatırlatacak insanlara. Bu mücevherleri teslim ederken, alıcılarına, mücevherin bir yerinde saklı duran güvercini gösterip, onu anlatıyorum.
Türkiye’de kuyumculuğun ve zanaatkârlığın bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz?
Artık Türkiye’de sanatsal üretim yok denebilecek kadar az. Endüstriyel üretim teknikleri sanatsal üretimi kısıtladı, bu sebeple yeterince zanaatkâr yetişmemeye başladı. Diğer taraftan, sektör için kalifiye eleman yetiştirmek üzere birçok okul açıldı. Bizim alanımızda takı tasarımcısı vardır, fakat mücevher sanat işidir; dolayısıyla mücevher zanaatkârı vardır. Bir yanda okullardan çıkan gencecik öğrenciler, diğer yanda bu işin alaylı tarafından gelen insanlar var. Batı’da ise usta-kalfa-çırak ilişkileri yeterince oturmuş. Türkiye’de de zanaatkârlık eğitiminin bir temel üzerine kurulması gerekiyor.
Bu sektörde çalışırken, Ermeni kimliğiniz etkili oldu mu?
Gittiğim her yere, başta ismimin Viktor olması sebebiyle, Ermeni kimliğimi de götürüyorum. Tepkiyle karşılayanlar da, sevecen davrananlar da oluyor. Sürekli “Ermeni ama iyi” veya “Bizim de Ermeni komşularımız var” gibi sözler duyuyoruz. Anadolu’da dolaşırken birçok önyargıyı yıkabiliyorsunuz. Daha önceden bizi kuyruklu, kulaksız zanneden insanlar, ‘normal’ olduğumuzu anlıyorlar. Askerde bir arkadaşımı, dolunayda kurt adama dönüştüğüme inandırmıştım. Birçok yerde, özellikle üniversitelerde “Sen buraya nereden geldin?” sorusu soruluyor; bu topraklardan olduğumuz asla bilinmiyor. Diyorsun ki “Ben 700 yıldır bu topraklarda yaşayan, Bitlisli bir aileden geliyorum. Anne tarafım Yozgatlı. İstanbul’da doğup büyüdüm. Asıl benim sana bu soruyu sormam gerekir” dediğimde, şaşkınlıkla karşılıyorlar.
Akademik alanda da çalışmalar yapıyorsunuz. Neler yaptığınızı anlatır mısınız?
Marmara Üniversitesi Moda Bölümü’nün takı atölyesinde ders vermem istendi. Bir ders için davet edildim önce, sonra da bu derslerin devamı geldi. İlk senemde 24, ikinci senemde ise 42 öğrencinin tez danışmanlığını yaptım. Ardından Gazi Üniversitesi’nden teklif aldım. Her hafta karayoluyla 1230 kilometre yol yapıp Ankara’ya gidiyor, orada çalışmalar yapıyordum. Afyon Kocatepe Üniversitesi İscehisar Meslek Yüksek Okulu’nun Kuyumculuk ve Takı Tasarımı Programı’na dışarıdan destek veriyorum. Orada geri dönüşüm üzerine yaptığımız proje, Avrupa Komisyonu’nda en iyi projelerden biri seçildi. Kadıköy Anadolu Lisesi’ndeki öğrencilerimden biri, liseler arası bir tasarım yarışmasında ödül aldı.
Marmara Üniversitesi’nde ders verirken, bir grup insanın yönetime gidip, Ermeni olduğum için burada çalışmamam gerektiğini söylediğini duydum. Buna rağmen, yönetimin desteğiyle, verdiğim ders sayısı giderek arttı. Gazi Üniversitesi’nde çalışırken de herhangi bir ayrımcılığa uğramadım, aksine bana yetkiler verildiğini hissettim.
Peki bu mesleğe nasıl adım attınız?
1971 İstanbul doğumluyum. Özel Sahakyan-Nunyan Ermeni Okulu’nda okudum. Kilise eğitimi aldım. 1982’de, öğrenimimi yarıda kesip, Kapalıçarşı’da Varujan Usta’nın yanında çalışmaya başladım. İlk mesleğim yaldızcılıktı. Sonra kendimi Papken Usta’nın yanında buldum. Birlikte çalışmaya başladıktan 27 yıl sonra bir gün, Papken Usta bana “Seninle gurur duyuyorum” dediğinde çok sevindim. Çünkü okul hayatımda hep arkaplana atılmıştım, öğretmenlerle iletişimim zayıftı, parlak bir öğrenci değildim. Hayalim elektronik okumaktı, okudum da. Daha sonra üniversitede farklı bölümler okumaya devam ettim, hâlâ da ediyorum. Farklı alanlarda çalışıyorum; beni sadekar olarak tanıyan da var, sosyolog olarak da. Şu an sanat hayatımın 35. yılındayım; son nefesime kadar işimi yapmaya devam edeceğim.