Sporcunun zeki, çevik ve Ermeni olmayanı

Yerevan’daki Soykırım Müzesi, şu günlerde “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni Sporu ve Vücut Eğitimi” başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Serginin açılışında aynı adlı kitabı kaleme alan müze müdürü Hayk Demoyan ve Osmanlı döneminde Marmnamarz isimli dergiyi çıkaran ve 1915’te Ayaş’a sürülen Şavarş Krisyan’ın 80 yaşındaki torunu da vardı. Alin Ozinian sergi vesilesiyle Ermenilerin bu toprakların spor kültürüne yaptığı katkının resmi tarihten nasıl kazındığına bakıyor ve hatırlama, unutma, affetme üzerine bir hesaplaşmanın kapısını aralıyor.

Türkiye’deki resmi metinlerde Osmanlı’da “modern futbolun” 19. yüzyılın sonlarında oynanmaya başlandığı ve 1923’te Cumhuriyet ile birlikte ‘Batılılaşma’ politikası çerçevesinde geliştiği anlatılıyor. Metinler 19. yüzyıldan hızlıca ‘üç büyükler’ dönemine geçiyor. Kronolojilerde boşluk olduğunda orada “enteresan” bir şeyler bulmaya alışık bizler için ‘Resmi futbolun’ kayıp sayfalarında kendimizden, Ermenilerden çok iz var.

1875 yılında Selanik’te yaşayan İngilizlerin başlattığı futbol, Bornova ve İzmir sahalarına ilerler. İzmir’de Hıristiyanlar tarafından kurulan takımda Ermenilerin oldukça hatırı sayılır bir yeri vardır. Adına Ermeni spor tarihinde çokça rastlayacağımız Şavarş Koçaryan, 1905 yılında ilk Ermeni futbol takımı olan ‘Baltalimanı’nı kurar. Aynı yıl Vahan Çeraz, İngiltere’deki eğitimini tamamlayıp yurda bir futbol topu ile döndüğünde mezunu olduğu Getronagan Lisesi öğrencilerinden kurduğu grup sonra profesyonel ‘Santral’ takımına dönüşür. Kapriel Macaryan, Dikran Kholayan ve daha birçok kişi öncülüğünde İstanbul’da Üsküdar, Bakırköy, Galata, Kumkapı, Nişantaşı, Şişli, Pera, Kadıköy, Balat, Üsküdar, Kazlıçeşme, Pangaltı, Kınalıada gibi Ermenilerin yaşadıkları semtin adları ile profesyonel takımlar kurulur. Dork, Araks A, Araks B, Ararat, Kilikia, Sasun, Raffi, Demokrat takımları dışında bu yıllarda Esayan, Berberyan, Sahakyan, Mıkhitaryan gibi Ermeni liselerinin yanısıra Robert Kolejli Ermeniler de okul takımları kurar, hatta bu takımların hepsi 1911’de “Rumeli Ligi’nde” yarışır.

İstanbul dışında İzmir başta olmak üzere Kütahya, Adapazarı, Trabzon, Adana, Harput, Kars gibi şehirlerde 100’den fazla ‘Ermeni futbol takımı’ ve okul kulüpleri de kurulmuştur. Bu bilgilerin birçoğu 1911’de Şavarş Krisyan’ın editörlüğünde Osmanlı’nın ilk spor dergisi olan ve Ermenice yayımlanan ‘Marmnamarz’da (Atletizm) yayımlanmış. Derginin Bahçekapı’da bir de ofisi varmış. Bu durum sadece 3 yıl sürmüş. 1915’te Ayaş’a sürülen ilk Ermeni grubundaki Krisyan’ın ölümünden sonra dergi de yok olup gidiyor.

Müzedeki spor sergisi

Geçen haftalarda Yerevan’daki Soykırım Müzesi geçici sergiler salonunda “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni sporu ve vücut eğitimi” başlıklı sergi açılışında bunlarım tümü bir “film şeridi” gibi aklımdan geçti. Açılış konuşmalarını yapanlardan biri de Şavarş Krisyan’dı. 100 yıl önce çıkardığı dergiyi arşivlerden okuyup “ O dönem Avrupa’ya abonelik sistemi ile dergi gönderebilmiş adam” olarak birçok araştırmacının kafasına kazınmış Kristiyan’ın 80’i geride bırakmış yeğeni Dr.Krisyan karşımızdaydı. Amcasını Soykırım’da kaybeden, tanımayan yeğen Krisyan 20’li yaşlarında katledilen Şavarş’tan sanki amcası değil de torunu hakkında konuşuyormuş gibi bahsediyordu. Çok dokunaklı konuştu, var olabilmenin önemini, yok edilmesi denenen bir halkın çocukları olmanın ağırlığından ve sorumluluğundan bahsetti. Ermenilerin Osmanlı sporundaki rolü hakkında bilinen ve bilinmeyen örnekler verdi.
Hayk Demoyan’ın 2009’da kaleme aldığı ve bu yıl yüzlerce belge ve fotoğraflarla zenginleştiridiği “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni sporu ve vücut eğitimi” kitabının temellerine dayanan serginin 12 bölümü var. Sergi açılışında görsellerin büyük bölümünün Grigor Çololyan’ın ve Şavarş Krisyan’ın ailesi tarafından müzeye bağışlandığını öğrendik. Demoyan, kitabın Türkçe tercümesi için de uğraştıklarını hatta sergiyi Türkiye’ye de götürebileceğini söyledi.

Vahan Çeraz torunları

Açılışta Diaspora’dan çok kişi vardı. Çololyan’ın, Krisyan’ın hatta Vahan Çeraz’ın akrabaları oradaydılar. Görseller oldukça etkileyiciydi. Duymak ya da okumak ile görmek arasında bazen hayal bile edilemeyecek bir farklılık olabiliyor. Bu, o durumlardan biriydi, 1905’de Merzifon’da da kısa pantolonlu genç sporcuların fotoğrafları.. Buna yakın bir duyguyu Osman Köker’in 20. yüzyıl başında Osmanlı’da yaşayan Ermenilerini, çoğunluğu 1900-1914 arasında hazırlanmış 750 kartpostal ile anlattığı kitabın sayfalarını çevirirken yaşamıştım. Ermenilerin yaşadığı şehir, kasaba ve köyler; bulundukları yerleşim yerlerinin iktisadi ve sosyal hayatındaki rolleri; Ermenilere ait, kilise, manastır ve okullar; yayımladıkları gazeteler, aslında hepsi hakkında bilgimiz vardı ama kartpostalda, Malatya’daki kız okulunun camından size bakan bir kız çocuğu bugüne kadar hazmettiğinizi sandığınız her şeyi alt üst edebiliyordu. Yıllardır okuduğunuz onca şeyin etkisi bu kadar büyük olmazdı. O kıza ne oldu?Nasıl öldürüldü? gibi sorular sizi uzun süre rahat bırakmazdı.

İkinci Meşrutiyet
Bu sergide de benzer bir şey vardı. Dinlediklerinize ve gördüklerinize paralel bir “ tarihi dış ses”, sergi ile yarışır gibi durmadan kulağınıza bir şeyler fısıldıyordu. Osmanlı’da tüm halklara ‘özgürlük’ vaad eden ve Ermenilerin de büyük bir coşku ve mutlulukla karşıladıkları İkinci Meşrutiyet döneminin her yanı ile Ermeniler için bir kandırılmışlık olduğunu söyledi ilk önce. Ermeniler Osmanlı’daki baskıların biteceği yeni bir dönemin İttihatçılarla geleceğinin hayallerini kurarken, “efsane” isimler Talat Paşa ve Parti’nin “ideologlarından” ve ünlü “Türkçü’lerden” Ziya Gökalp’in, futbolun Türkleştirilmesi için bizzat çalıştığını, Padişahın, Türk gençlerin örgütlenmesini istemediği için engellediği ve bu yüzden ‘mecburen’ gayrimüslimlerin hakim oldukları futbolu Türkler arasında yaygınlaştırmaya çalıştıklarını, takım isimlerinin Türkçeleştirilmesini hatırlattı... “Ziya Gökalp’in Enver Paşa ile kurduğu Osmanlı Güç Dernekleri’nin ve 1908’de Milli Olimpiyat Komitesi’nin mimarı Selim Sırrı’nın daha sonraki yıllarda kurduğu Türk Güç Cemiyetleri’nin asıl amacı neydi?” diye sordu sanki salondakiler, kuracakları ülke gibi sporu da “zararlı unsurlardan ayıklayıp, Türkleştirmekti” cevabını vereceğimizi bile bile.
Demoyan “O dönemde futbol Ermeniler, Rumlar ve Museviler arasında çok revaçta olsa da spor dallarından güreş, boks, tenis, atletizm de çok önemseniyor ve takımlar kuruluyordu” diyor. 1912’de Stockholm Olimpiyatları’nda Vahram Papazyan ile Mıgırdıç Mıgıryan’ın Türkiye’yi nasıl temsil ettikleri anlattı.

Hikaye Demoyan’ın kürsüde kısaca derlediği kadar pür-i pak değil oysa. Osmanlı’nın uzun bir süre davet edildiği halde katılmadığı, önyargıların etkisiyle spora pek rağbet olmadığı 1912’de Olimpiyatlar’a katılacak sporcular gazete ilanıyla belirleniyor: “İsveç payitahtındaki müsabakalara iştirak için sporcu aranmaktadır. İlgilenenlerin Selim Sırrı Bey’e (Osmanlı Olimpiyat Cemiyeti Başkanı) müracaatları rica olunur” deniyor. Selim Sırrı’nın verdiği ilânı okuyan iki Ermeni genç Vahram Papazyan ile Mıgırdıç Mıgıryan başvuruyor. Ancak Selim Sırrı sporcuların isimlerini duyduğunda katılımcıların Stockholm’e kendi paralarıyla gidip gelmeleri gerektiği gibi ‘tuhaf’ bir cevap veriyor. Niyet belli “Madem spor millileştirilemiyor o zaman Ermeniler kendi paralarını kendileri versinler değil mi ama?” Ardavazt Spor Kulübü’nün yardımlarıyla yol paralarını denkleştirip bütün engelleri aşıp Stockholm’e varan iki atlet, organizasyon alanında Osmanlı Devleti’nin bayrağının olmadığını görünce, hemen Büyükelçi Ahmet Bey’e koşuyorlar. Bayrak bir şekilde halledildikten sonra formaya sıra geliyor, büyükelçinin eşi sporcuların kırmızı atletlerin üzerine kendi eliyle birer beyaz ay-yıldız işleyince bu sorun da aşılmış oluyor. Katılımcılara yol parasını ceplerinden ödeten Selim Sırrı bununla da yetinmeyip, Stockholm’den İstanbul’a döndüğünde gazetecilere sonraki yıllarda Vahram Papazyan’ın Çanakkale Cephesi’nde Osmanlı Ordusu’nun telgrafçısı olarak çalışacağını tahmin edemeyerek “Gözlerim doldu. Olimpiyatlarda bütün milletler temsil edilirken Türkler yoktu” diyordu.

Krisyan’ın sorusu

‘Marmnamarz’ (Atletizm) dergisinin editörü Şavarş Krisyan, bu muameleden rahatsız olmuş olacak ki, dergisinde kendilerinin Osmanlı’ya olan bağlılıklarını Balkanlar’daki vatan müdafaasına Ermenilerin katılım örnekleri ile anlattığı makalesinde şöyle yazmış: “Bu sporcuları alkışlayanlar Ermeni oldukları için değil, Osmanlı oldukları için alkışladılar. Neden iki Osmanlı’nın adını anmıyorsunuz?”
Krisyan bu sorusuna cevap alamadan 24 Nisan 1915’de, diğer Ermeni aydınlar gibi Ayaş’a sürüldü. Tehcir yolunda yaşadıkları ve gördükleri kendisinin hiç bir zaman eşit bir Osmanlı görülmediğinin kanıtıydı.

Yerevan’daki “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni sporu ve vücut eğitimi” sergisi Soykırım’ın 100 yıldönümün de yarattığı buruklukla birçokları için yine kişisel muhasebelere neden oldu. Nisan ayı boyunca Yerevan, birçok dile tercüme edilmiş “Hatırlıyor ve Talep Ediyorum” sloganları-posterleri ile doluydu. Hatırlıyorduk hatırlamasına hatta unutamıyorduk fakat ne talep ediyorduk? Yüreklerde hissedilecek bir suçluluk muydu istediğimiz? Soykırımın kabulü? Tazminat? Toprak? Bunların hepsi kaybedilmiş koca bir medeniyeti geri verebilir miydi? Kaybettiğimiz şeyler, tasavvur ettiğimizden çok fazlasıydı…

Kategoriler

Toplum

Etiketler

Spor Alin Ozinian


Yazar Hakkında