Unutulmaya yüz tutmuş olan Vartevor/Vartavar şenlikleri, Yeşil Yol karşıtı eylemler vesilesiyle yeniden canlandı. Hemşin yaylalarında pek çok insan, ilk defa Vartevor kutladı. Şenlikler yeni bir anlam ve derinlik kazandı.
Vartavar, Nuh Tufanı zamanına kadar giden, yağmurun ve suyun kutsandığı, insanların birbirlerine su attıkları, hatta insanları suya attıkları bir şenlik. Ermeni toplumu tarafından hâlâ Hıristiyan yortularıyla iç içe geçmiş bir şekilde de olsa sürdürülen bir gelenek. Hemşin yaylalarında binyıllar öncesinden gelen bu geleneğin farklı biçimlerde de olsa sürdürülüyor oluşu heyecan verici.
Annem Ardeletsi Suti’yi 7 Kasım 2014’te kaybettik. Mart ayında, dönüşü olmayan hastalığının teşhisi konmuştu. Hızlı ilerleyen hastalığı süresince, eksik bıraktığımız, ertelediğimiz bir sürü şeye yetişmeye çalıştık. Hep koşturuyorduk çünkü. Hep meşguldük. Hep bir bahanemiz vardı. Bu yüzden de, zamanımızın az kaldığını bilmek, üzüntüyle birlikte telaşa da sürüklüyordu bizi. Biz eksik bıraktıklarımızı tamamlamaya çalışırken, o her şeyi yapmış olmanın huzuru içindeydi sanki. Bizden bir şeyler talep etmesini bekliyorduk. Böyle bir talep geldiğinde büyük bir mutluluk ve özenle yerine getiriyorduk. Ama yanında durmamız ve sıradan ihtiyaçlar dışında hiçbir talep gelmiyordu ondan. Ondan talep gelmedikçe, bizim içimizde eksik bıraktıklarımızın yarattığı boşluk büyüyordu.
Sonunda bir gün annem bir istekte bulundu: “Beni yaylaya götürün.”
Bunu yapmanın onun için zor olacağını, bir eziyete dönüşebileceğini biliyordum. Ama böyle bir istek geri çevrilemezdi. Hepimiz biliyorduk ki yaylaya gidebileceği son yazdı o yaz. Ben yaylanın ne demek olduğunu gerçek anlamda o gezide anladım. Şimdilerde yaylalara yapılmaya çalışılan Yeşil Yol projesi tartışılırken, annemle geçirdiğim o hafta geldi aklıma. O haftayı anlatmadan evvel, şu Yeşil Yol meselesi nedir, bir özetleyeyim.
Samsun, Ordu, Giresun, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon, Rize ve Artvin illerinin yaylalarını birbirine bağlamayı amaçlayan olan bu proje, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca Doğu Karadeniz Turizm Mastır Planı çerçevesinde hazırlandı. Plana göre, Yeşil Yol’la yaylaları birbirine bağlanarak, ziyaretçilerin (siz ‘turist’ anlayın) yöredeki bütün yaylaları daha rahat gezmesi ve konaklama imkânı bulması sağlanacak. Böylece turizm gelişecek, yöre markalaşacak ve kalkınacak. Bunlar, iddialar.
Ancak ‘ekoturizm’ adına ne tür uygulamalar yapıldığını Ayder ve Uzungöl örnekleri üzerinden bilenler, bunun bölgenin tahribatının ambalajı olduğunun farkındalar. Bu uygulamaların betonlaşma, kitlesel turizm adına yaylaların kirletilmesi, doğal dokunun bozulması, kültürel dokunun yok olması sonuçlarını doğuracağından kaygılanıyorlar. Sahil yolu ile denizle bağlantısı kesilen, neredeyse her vadiye yapılan mikro HES’lerle hırpalanan, maden ocakları, taşocakları ve kirlilik tehdidi altında olan bölge, şimdi bir de Yeşil Yol’un tehdidi altında.
Proje yolla sınırlı değil. Yol, projenin ilk basamağını oluşturuyor. 2600 kilometrelik yolun tamamlanmasının ardından 38 ayrı yerde turizm merkezlerinin yapılması ve bu bölgelerin turizm alanı ilan edilmesi planlanıyor. Plandaki bilgilere göre, “Yol güzergâhında yer alan turizm bölgelerinin planlama çalışmaları kısa sürede tamamlanarak ‘özel sektör’ yatırımlarına hazır hale getirilecek. Bu sayede bölgenin her mevsimde turist çekebilen, turistik aktivitelerin yapılabildiği, ülkemizin en önemli turizm merkezlerinden biri haline gelmesi sağlanacak.” İnsanların, yüzlerce yıldır yaşadıkları yaylaların mülkiyet sorunları orta yerde dururken, bu projeyle yaylalarının sermayeye peşkeş çekileceğinden kaygılanmalarının nedeni, sanırım bu ifadelerden anlaşılabilir.
Projenin Çamlıhemşin yaylalarına dayanmasıyla, televizyonlarda direniş haberlerini de görmeye başladık. Bu eylemlerde karşımıza çıkan iki olay, direnişin anlamını da sembolize ediyordu. Olaylardan biri, iş makinesinin kapadığı bozuk yolu, eylemcilerin, gor-imece yaparak elden ele taşıdıkları taşlarla onarmaları ve yaylaya çıkmayı başarmalarıydı. Yaylalarımızda ve köylerimizde yüzyıllardır yaşatılmış olan gor-imece geleneği, gençler ve kadınların ağırlıkta olduğu bir topluluk tarafından, bir direniş içinde yeniden hatırlanıyordu. Aslında aynı zamanda yok edilmek isteneni ve belki zaten büyük ölçüde yok edilmiş/olmuş olanı yeniden üretmek anlamına geliyordu. Yol yaparken atma türküler, maniler direnişin sesi oluyordu:
Yaylanun yollarina
Uzun uzun ağaçlar
Kem göz ile bakani
Dallariyle kovarlar
Lerine campan i ver
Ergen ergen dzarie
Keş açvov put enoğin
Tertsena gu dalie
Bu arada, Yukarı Kavron Yaylası’na sokulmayan iş makineleri Samistal Yaylası’na yönelince, karşılarında Havva Ana’yı buldular ve onun es geçemeyeceğimiz haykırışı bütün yurda yayıldı: “Yaylaların yolu birleşmeyecek. Kesinlikle istemiyoruz. Vali bize çapulcu diyor. Biz çocukluğumuzdan beri burada yaşıyoruz. Vali, Kaymakam kimdir? Ben halkım ve buradayım.”
Sembol olaylardan ikincisi ise, unutulmaya yüz tutmuş olan Vartevor/Vartavar şenlikleriydi. Eylemler vesilesiyle birçok insan ilk defa Vartevor kutladı ve şenlikler belki de yeni bir anlam ve derinlik kazandı. Çünkü Vartevor, birçok suretten geçip gelmiş, kadim bir şenlik; en derin anlamını doğada buluyor. Vartavar, Nuh tufanı zamanına kadar giden, yağmurun ve suyun kutsandığı, insanların birbirlerine su attıkları, hatta insanları suya attıkları bir şenlik. Ermeni toplumu tarafından hâlâ Hıristiyan yortularıyla iç içe geçmiş bir şekilde de olsa sürdürülen bir gelenek. Hemşin yaylalarında binyıllar öncesinden gelen bu geleneğin farklı biçimlerde de olsa sürdürülüyor oluşu heyecan verici. Bu geleneğin, kültürel dokuyu da yok etme tehlikesi içeren bir projeye karşı yapılan protestolarda karşımıza çıkması ise daha da heyecan verici. Bazılarımıza abartılı gelebilir ama, insanın aklına Newroz’un, bir gelenekten, bir direniş ve diriliş gününe dönüşmesini getiriyor.
gertam yes asti gertam
vartevorna im dağes
haz ai arnul çgartsi
asa im medz merağes
gidiyorum buradan
vartevordur durağum
sevdum da alamadum
odur benum merağum
Şimdi gelelim annemle yaylada geçirdiğimiz bir haftaya. Bu bir hafta, annemin yaylaya veda töreniydi. Sağlığı izin vermese bile ‘ağpur’a (pınar) gidip başına oturdu, suyla dertleşti. Acele etmeden, avucuyla su içti. Yüzüne, başına, kollarına sürdü soğuk suyu:
Lerin posin ağpure
Egoğes tun im ture
İm dade da oç ana
Kena pats da ku ture
Yayla duzi ağpuri
Çal sen benum kapiyi
Eğer babam vermezse
Git aç senun kapiyi
Eve gelip giden herkesle helalleşti. Tekrar tekrar sarıldı, kucaklaştı, koklaştı. Sonra çıktı dışarı bir gün, evin arkasına, bitimsiz çimenlerin üzerinde yürümeye başladı. Gücü tükenene kadar gitti. Masmavi gökyüzü ve yemyeşil çimenlerin arasında bir dünya gibiydi. Oturdu. Çimenlere elini sürmeye başladı. Çimenlerle konuştu. Önündeki, arkasındaki, elinin gidebildiği her yerdeki çimenlere elini sürüyordu. Onlarla da vedalaştı:
bu yil çiktum yaylaya
çimene bastum karsuz
ander kalsun yaylasi
o da sevilmez yarsuz
as dari ela lere
gorte kaletsi tsun çgar
ander mena an lere
inçbes hazenim yar çgar
Ben Hemşince konuşabiliyorsam, annem Türkçe konuşurken yorulduğu içindir. Bu kültür bütün kayıplarına karşın varlığını korumaya çalışıyorsa, yaylalarda yaşam alanı bulduğu içindir.
Bir hikâyemde anlatmıştım. Ben eğer Hemşince konuşabiliyorsam, annem Türkçe konuşurken yorulduğu içindir. Bu kültür bütün kayıplarına karşın varlığını korumaya çalışıyorsa, yaylalarda yaşam alanı bulduğu içindir. Şu ya da bu nedenlerle yaylalardan insanlar zaten büyük bir hızla kopuyorlar, azalıyorlar. Her yerde rant ve ekonominin kutsal (!) yasalarını görenler bunu umursamıyor olabilir ama biz, içinde ölüm de olmak üzere, yaşamımızı seviyor ve ona sahip çıkıyoruz.
Annemle yayladan dönerken hava bulutlanmıştı, göz gözü görmüyordu. Annem ayrı söylüyor, ağlıyordu, ben ayrı:
vatetsi ardesukes
kedi tartsav seli bes
sud a isa aşxares
eev kenats yeli bes
akti gözumun yaşi
dere oldi sel gibi
hey gidi yalan dünya
geldi gitti yel gibi