Anıt öykü

Kevork Kirkoryan'dan nefreti öldürmek üzerine bir 24 Nisan öyküsü.

KEVORK KİRKORYAN*

kevkirat@hotmail.com

“Cahillerin kulakları (yalnız) kendi ağızları içindir.”  
Yeğişe Ayvazyan

Zaman yılını karıştırmış gibiydi. Hangi yüzyılda, nerede olduğunun çok da önemi yoktu zaten. Asıl olan acıydı, zamana sinmiş zamanı kirleten...

Serin esiyordu. Yaşlı yazar, ya-kın ama uzun yolun başında arabadan indi. Buradan sonrasını yayan gitmek zorundaydı. Elindeki beyaz laleler ürperircesine sallandılar. Yürümeye başlamadan durup bakındı. Uzaklarda, ta dağın öte yanından feryatlar yükseliyordu sanki. Şu mevsimde bile, her zaman olduğu gibi, doruğu sise benzer bir beyazlık kaplamıştı. Yaşadığı tüm acıları beyaz sakalının altında saklayan yaşlı bir dedeye benziyordu bu yüce dağ.

Yaşı yetmişi çoktan geçmişti.  Buraya gelmeyi o kadar çok istemesine rağmen, ancak şimdi fırsat bulabilmişti. Belki geçen hafta babasını rüyasında görmemiş olsa, hâlâ gelmemiş olacaktı. Yol ıssızdı. Kalabalık siluetlerin inlemeleri taşlara sinmiş, esen rüzgârla karışık, garip seslerin ortaya çıkmasına neden oluyordu. Daha çok kadın ve çocuk seslerini andırıyordu duyduğu. Babasının anlattıkları tekrar tekrar aklına geliyordu. Yetişkin erkeklerin çoğunu alıp götür- müşlerdi köyden. Bir daha dönmeyeceklerini bilen karıları onların ardından ağlayamamıştı dahi, çocuklarını geleceğe nasıl taşıyacaklarını bilemezken. Bir kısım yaşlıları meydana toplayıp vurmuşlardı. Büyüklerin gözlerini bağlamışlardı, hiçbir şey görmesinler diye. Sanki çocuk- larınkini özellikle kapatmamışlardı, gördüklerini ileride başkalarına     anlatmaları için. Babası gibi, birçoğu gibi...

Koca dağın ötesinden, yerel şarkılar duymaya başladı. Belki de bu, doruktaki karın şarkısıydı, derinden duyulan ve yalnızlığının hüznünü taşıyan. Nağmelere bir başka ses de eşlik ediyordu. Babasının, köydeki kilisede büyük çanın ipine asılıp bir aşağı bir yukarı inip çıkmasını, her defasında nasıl keyifle anlattığını düşündü: “Küçükken, en yukarıda, o çanın oralarda bir yerlerde, hep Allah’ın oturduğuna inanırdım. İple birkaç metre yükseldikçe, ona yakınlaşmanın heyecanı çocuksu bir zevkle bedenimi sarardı.” Babasının, o günlere dair her anlattığının sonuna unutmadan eklediği hep aynıydı: “Peki ama bize bu kadar yakın olan Tanrı’mız, niye o olup bitenlere göz yummuştu?” Gülümserken birden durgunlaştı. Allah kimseye bir başkasını yok etme hakkı vermiş olamazdı. İncil’de yazardı: “Kalbin derinliklerine in (insanın), Allah’a yük- seleceksen eğer.” Ve o kalbin içinde hiç kin olmamalıydı. Yoksa çok eskiden taptığı tanrıları sonradan öldüren insan, o zamanlarda da Allah’ını yok mu saymıştı?

O kadar küçük ve ağır adımlarla yol alıyordu ki, onu gören birinin içinden yardım etmek gelirdi. Belki de babasının, kardeşi ve annesiyle köyden çıkarıldıkları günü yaşıyor gibiydi. Her şeyin umuda dönüştüğü, o en umutsuz anlardan olan. Büyükannesinin oğullarına “İsa’nın hep yanlarında olduğundan” söz ettiğini duymuştu babasından. O zor yolculukta, belki de İsa’nın çektiği acıların benzerini çekeceklerdi. Ama sonunda huzura varacaklardı bir şekilde. Nitekim, babasının küçük kardeşi açlık ve susuzluğa fazla dayanamamış, son nefesini dördüncü günde vermişti. Onu gömememiş, bir ağacın altına, doğanın koynuna bırakıvermişlerdi. Tıpkı yüzlercesine yaptıkları gibi...

Durmuştu yaşlı adam. Bir şeyler ararcasına sağına soluna bakındı. Şairin dizeleri dile geldi: “Gelincikler ordusu, yola çıkın, şehitlerin üstünü örtün. Kan damlalarıyla öperek uyandırın annelerin kayıp çocuklarını.” Kim bilir, belki bu yüce dağ bu nedenle hep karla kaplıydı. O kan kırmızısı gelinciklerini hiç göstermemek için. Yorulmuş hissediyordu. Ya da yorulan kanıydı, yıllardır nefret zehrini içine akıtmaktan. Yoksa içinde yaşayan hüzün müydü kanını zehirleyen? Haklı da olsa, öç almanın ne farkı vardı atalarına yapılandan? Karanlık dünyanın yolcusu olmak ne kolaydı oysa: Adsız cehennemlerde ruhun mühürlendiğinde, şeytanın derelerinde o- nurun kaybolduğunda, mezar da reddederdi bedenini, seni acılarınla yalnız bırakarak. Üstüne sinen ağırlık, hareket etmesini zorlaştırıyordu. Kafasını iki yana salladı. Ne zaman karanlıktan ışık, düşmanlıktan kardeşlik doğacaktı? İçinden sormak geldi: “Peki ya insanlık! O yıkımların ağıtlarını söyleyecek hiç kimsenin kalmadığı bir dünya olana kadar devam mı etmeliydi katliamlarına?”

Yürümeye devam etti. Yastan öncesini düşündü, acıdan öncesini. İlk düşü geldi duduğun, sonra nefesi. Amcasının vaftizindeki eğlenceyi düşledi. Büyükannesine verilen ‘narod’un görevini tamamlayamadığı düşüncesi bir an onu rahatsız etti. Evlilik sırasında papazın sunduğu ve en son ölümde ayak başparmağına bağlanıp, öyle mezara indirilen pamuktan ipliğin nerede olduğunu düşündü. İçini çekti, henüz yolu yarılamamıştı.

Büyük şehirlerdeki mezarlıklar geldi gözünün önüne. Burası farklıydı. Bu yolun ve duvarların anlattıkları çok uzundu. Oysa mezarlıklar lafı hiç uzatmazlardı. Bilirlerdi ki, toprağa sığmayanları mermerlere sığdırmak daha zordur. Hem hikâyeler taşlara hapsedilmeyi sevmezdi. Herhalde bu yüzden, Toprak Ana bir taşı bile olmayan binlercesini özgürce dolaşıp kendilerini anlatmaları için o şekilde almıştı koynuna.

Birkaç adım daha attı. Güneş yavaş yavaş batıyordu. Usul usul karaltılar doluşmaya başlıyordu ortalığa. Dağdan gelen esinti, gece geç saatlere kadar dolaşacak siluetlerin soğuk nefesini taşıyordu içinde, güneş çekildiğinde taş kesilecek gölgelere. Hoş, zaten sımsıcak ne anlatabilirlerdi ki hayata dair? O asi zamanlarda, kader kral, âdem dilsizken, gün olanı seyrettiğinde, zafer miydi birilerinin kazandığı? Yoksa kendi kahramanlarını alkışladığını sanarlarken, dostlarını ve geleceklerini kaybettikleri gerçeği mi?

Artık düz yola çıkmıştı. Uzakta yükselen anıtı daha iyi görüyordu şimdi. İçinde yıllardır büyüyen kin artacağına, buraya geldiğinde azalarak yok olup gitmişti. Sanki ruhunun barışını bulmak için, Tanrı’nın nefretiyle savaşa gider gibi buraya gelmişti. Allah’ın affettiği gibi, insan da affetmeliydi. Eğer düşmanını affetmeyi bilmiyorsan, Allah’a ya- kınlaşmak da olanaksızdı çünkü. Bu affın gözyaşlarından bir günah denizi oluşmalıydı yeryüzünde ve Tanrı inip taşlaşmış kalpleri ıslatmalıydı. Artık gözyaşı yerine, iki söz söyleyip dua etmeliydi herkes. Nefret yerine iki demet çiçek koymalıydı ateşe.

Anıtın ilk bölümüne ulaşmıştı. Duvarlarda çeşitli şehir adları okunuyordu. Başta yazı- lanların yanına yenileri eklenmişti sonradan. Büyük bir acıyı küçültenlere inat, onlar da kendilerince ve yanlış olarak artırmışlardı bu isimleri. Oysa bu yaptıkları, yaşanmış olanı yüceltmek değil ufaltmaktı.

Duvarın tam karşısındaki ince yüksek anıt, arası ayrık bir biçimde yapılmıştı. Bunun, vatanlarından koparılan insanları simgelediğini duymuştu. Babası hep söylerdi ona: “Allah belamı versin ki, o toprakları terk ettim.” Her gün kendine lanet okurdu. “Allah’ım, kör olayım. Kör olayım ki, şimdiki çevremi göreceğime, kafamda hep o toprakları göreyim” derdi. Böyle diye diye son yıllarında gözlerini de kaybetmişti. Ama nedense, gözleri açıkken taşıdığı hüzün, ışığını yitirdiğinde tatlı bir huzura kavuşmuştu, yalnızca vatanına, ait olduğu yerleri görürcesine...

Asıl bölüme, yükseldikçe içeri doğru kıvrılan on iki sütunun olduğu yere doğru yürüdü. Merdivenleri yavaşça indi. Dediklerine göre, sütunlar on iki havariyi temsil ediyordu. Belli ki, insanlığın tüm günahlarını ve ölümünü üstünde yenebilecekleri bir haça ihtiyaçları vardı. Ama buna kolları, ayakları çakmak yerine, onu çiçeklerle süslemek zamanıydı şimdi. En büyük anıtlar mermer olanlar değildi kuşkusuz. Bir kuşun tüyünde uçuşan, bir çiçeğin kokusunda bulunan, bir ateşin kendisiydi en görkemli anıt. Asırları içinde taşıyan, vatan gibi kokan ve milleti var oldukça yanacak olan.

Yaşlı adam ateşe yaklaştı. Elindeki lale buketini kıyısına yerleştiriverdi. Kısa duasının ardından, dağa doğru döndü. Hiç görmediği atalarının vatanını düşündü. Babasını, büyükannesini ve eski günlerini...

Özlemi kuş oldu uçtu, çiçekler ayaklandı koparıldıkları dalları aramaya. Tüm ölüler dirildi ve tekrar göğe yükseldiler ölümsüzlüğü arkalarında bırakmak için. “Bugün altarların günüydü, akıl ve barış ıslatmalıydı onları, kandan öte” diye geçirdi içinden. Yaşlı adam artık huzurluydu. Nefretini öldürmüştü. Hiçbir zaman unutmayacağını bilerek affetmekti önemli olan. Dağa doğru elini kaldırdı. Vatanı onu bekliyordu...

* Yazar. Aşkın Kör Noktası, Kev’gir Öyküler ve Atların Yelesinde adlı üç kitabı vardır.

 

Kategoriler

Kültür Sanat Edebiyat