Şebnem İşigüzel, Süleyman Demirel'in ardından yazdı: Çok günahı vardı. Çok hatası. Memleket yönetmek bahaneydi belki de… Mühim olan siyaset yapmaktı. Süleyman Demirel de öyle yaptı: Baskıcı, hoşnutsuz, sevimsiz, evlerden ırak bir kocayı ustalıkla idare eden bir kadın gibi olup devleti başımızdan eksik etmedi.
Yıllar yıllar önce, sanırım 2000 yılında Süleyman ve Nazmiye Demirel ile ilgili yazdığım Radikal İki yazısı bu başlığı taşıyordu: “Nazmiye Ben Geldim.” Eşinin yanında sessiz bir figür olarak görünen Nazmiye Hanım üzerinden memleketin kirli siyaset tarihine dokunduruyordum. Demirel, cumhurbaşkanlığı görevinin sonuna gelmişti.
Yazı yayınlandı ve ben Güniz Sokak’tan arandım. Hakikaten arandım ama. Telefondaki ses “Güniz Sokak’tan arıyorum,” dedi. Şaka olduğunu aklıma bile getirmedim. Binaenaleyh Süleyman Demirel ile konuşmadım ama adresim rica edildi. Neye istinaden derseniz, kendisine ve siyasetine epeyce eleştiri yönelttiğim yazı rahmetlinin pek hoşuna gitmiş, bana bir hediye göndermek isterlermiş.
Süleyman Demirel yaptığı kötülüklerin farkında bir siyasetçiydi. Öyle olmasa Demirel çiftini yerden yere vurduğum yazı için bana niye hediye göndermek istesindi ki ? Ya da hediye bildiğimiz gibi bir hediye değildi. Neyse…O yıllarda zaten kızım Tamar iki yaşında eteğimde, ben yorgun genç bir anne, bir kaç gün Güniz Sokak’tan gelecek hediyenin ne olacağını düşündüm durdum. Eşim, bir Isparta halısı geleceğini söyledi. Epeyce şakalaştık, güldük, eğlendik. Nihayetinde iki koruma polisi, tepesi ışıklı arabalarla gelip hediyemi teslim ettiler. Kapıyı açan bizzat bana, “ Bunu Şebnem İşigüzel’e ver” diyerek. Ekte, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in forslu kartviziti vardı. Nazmiye Hanım’ın adı Süleyman Demirel’in adının yanına tükenmez kalemle eklenmişti. Demek ki Demirel çiftinin ruhunu okumuştum. Hediyeye gelince: Kadranında Süleyman Demirel’in bir portresinin bulunduğu saat. Meğer beyefendi başarılı sporcuları vs hep bu hediyeyle kutlarmış. Kullanmak kısmet olmadı. Sanırım beyefendi bu hediyesiyle “Bu memleketin zamanı, ruhu benim” demek istiyordu. Öyle olmasa kadranına niye kendi resmini koydursundu ?
Sadece bu değil, kendisiyle ilgili anlatacağım çok şey var. Nitekim, Türk siyasetini hicvettiğim Resmigeçit romanımda Ali Çoban’a ilham verdi, anlattım. Dünyaya siyaset yapmak için gelmiş bir adam. İyi ama kötü. Çocukken şapkasını başına üşüşen sinekleri kovalar gibi halkın üzerine sallamasına gülerdim. Rahmetli dedem, “Ne gülüyorsun ?” demişti, “Kötülere gülünmez.” Demek Süleyman Demirel kötüydü. “Sadece kötülük etse eyi,” demişti dedem, “iyi” kelimesini onun gibi söyleyerek, bir şehirli kibriyle: “Aynı zamanda çok hırslı.” Rahmetli dedem bugünleri görse acaba ne derdi ? Demirel’in kötünün iyisi bir siyaset yaptığını mı ?
Demirel’in müthiş bir hafızası olduğunu sonradan öğrenecektim. Anlatılanlardan. Sanırım en renkli siyasetçi hikayeleri onunkilerdi. Şunu hatırlıyorum: Bir miting sonrası, şapkası elinde giderken vatandaşın birisi koşup şapkayı kapmak istiyor ve Demirel şapkasını kaptırmıyor. Vatandaş çekiyor, o çekiyor. Bana kalırsa Demirel’in siyaseti de böyleydi: Çekişmeli. Öyle ki yasaklı olduğu 80’li yıllarda gelen uluslararası bir heyeti Ecevit’in randevu saatiyle çelişip durdukları için kabul edememiş. Sadece Demirel değil, Ecevit de. Bir anlamda Türk siyasetin iki inatçı keçisi. Manevra yapmakta üstüne yoktu. İstihbaratının iyi olduğu bilinirdi. Ama bütün bunlar “çizmeyi aşmadan” yapılan şeylerdi. İyi- kötü ortada devlet diye bir şey vardı. Tıpkı hayatından bezmiş bir kadının “Başımda kocam olsun” dediği türden bir şey gibi, devlet diye bir şey vardı. Paraleli bile olmayan bir devlet.
“Ülkeler insanlar için yönetilmez ki…” Benim Süleyman Demirel ve türevleri siyasetinden anladığım bu. Onlar siyaset denilen sanatı icra etmekle meşguldüler. Ama iyi, ama kötü. Kişisel hırslar, hamaset, gölgeleri gibiydi. Ama sadece kendi aralarında. Yoksa medyaya kızayım, işadamına küseyim, karikatüre davayı basayım, vatandaşa “yürü ense traşını göreyim,” yoktu öyle şeyler. Çok ayıp. Onların derdi kendileriydi.
Onlar diyorum çünkü Demirel’ in boy verdiği siyaset denizinde İstanbul Teknik Üniversitesi’nden arkadaşları vardı. Demirel yalnız değildi. Ona “ağabey” diyen Turgut, selametçi Necmettin gibi. Ecevit ile gece ve gün kadar birbirlerinden farklıydılar. Bu fark zamanla keskin bir sağ sol ayrımı olarak halka da sirayet etti. 1980 darbesi hepini topunu siyasetten uzaklaştırdı. Hepsi birlikte Zincirbozan’a gittiler. Bir nevi hapsoldular. Sonra siyaset yasaklısı ilan edildiler. Belki şimdi değil o vakit ölmüştü ya da öldüğünü düşünmüştü Süleyman Demirel. Ama ölmedi. Siyaset sahnesinde yere düştüğü her defasında yerden kalktı, baltasını eline aldı ve koştu.
Siyaset yasağı bitip yeniden siyasete döndüğü 90’lı yılların başındaysa olağandışı bir demokrasi savunucusu olup çıkmıştı. Öyle ki sosyal demokratların rüzgarından çalıyordu.Yarattığı atmosfer kimilerine Yunanistan ve İspanya’nın faşizan askeri yönetimlerinden çıkışlarını hatırlatıyordu.
Koalisyon Demirel’in göbek adıydı. 1991 seçimlerinde de böyle olmuştu. Hem de sosyal demokratlarla. Hem de Kürt sorununa istinaden Güneydoğu’da yapılan bakanlar kurulu toplantılarıyla. Demirel hep aynıydı: Sol gösterip sağ vuruyordu. Bir yandan karakollar şeffaf olacak diyen bir siyasetçi, öte taraftan Kürt siyasetçilerini meclisten atan bir siyaset anlayışı. Üstelik kendisine bir vakit “ağabey” diyen Turgut Özal artık Çankaya’daydı. Demirel BBC’ye verdiği röportajda, “Cumhurbaşkanıyla ilişkiniz nasıl olacak ?” sorusuna, “Kardeşini evde bırakmış bir ağabey gibi sorumluluklarımın bilincinde olacağım,” cevabını vermişti. Şaka. Sadece benim romanımda kendisini hicvettiğim kahraman böyle söyler. Ama eminim içinden buna benzer birşeyi geçirmiştir.
Bu defa Demirel siyasetinde Çiller vakası da mevcuttu. Çiller’e “Seni şu pencereden aşağı atarım,” dedi doğru ama. Doğruymuş yani. Şahlanan atını şuursuz süvariye emanet edip kendisi Çankaya’ya çıktıktan sonra, köşkteki bir tartışma sırasında söylemiş bunu. Resmigeçit romanımda da söyler. Hatta şöyle fiyakalı bir cümlesi vardır: “Ben tarih diye buna derim ! Olaylar hiçbir şeyi değiştirmiyor.” Yaveri hemen lafa karışır, “Öyle demeyin efendim sizin zamanınızda böyle miydi ?” Süleyman Demirel’e pek benzeyen kahramanım şöyle cevap verir: “Bitti mi benim zamanım ? Bu memlekette benim zamanım biterse tarih biter.”
Çankaya’dan inince Güniz Sokak’ta oturup epeyce bir süre memleketin “bitmiş” tarihini izledi. Pek sessizce değil elbette. Ekmeleddin İhsanoğlu bile onun projesiydi. Çok günahı vardı. Çok hatası. Memleket yönetmek bahaneydi belki de… Mühim olan siyaset yapmaktı. Süleyman Demirel de öyle yaptı: Baskıcı, hoşnutsuz, sevimsiz, evlerden ırak bir kocayı ustalıkla idare eden bir kadın gibi olup devleti başımızdan eksik etmedi. Bu memleketin iklimini ilkbahar yapmak, hak,hukuk, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, demokrasi, insan hakları, insanca yaşam arzu etmek yerine devleti idare etti durdu.Sonunda bizi bir devlet enkazıyla başbaşa bırakıp ölüverdi. Demek hayat ölümlüydü. İşte bu siyasetçiden çok biz sıradan fanilerin bildiği bir şey !
Süleyman Demirel adını duyduğumda küçük bir çocuktum. Babamın büyük amcalarından birisi sağcıydı ve evinde kendisinin imzalı bir portresi verdi. Ayrık dişleriyle gülümseyen saçsız bir adam. Onun yaptığı türden siyasetten yaka silken bir yazı olmasına teşekkür babında gönderdiği hediye saatin kadranındaki portre ile aynıydı bu fotoğraf. Şu satırları yazarken kırk iki yaşındayım ve memlekette Demirel’in ölümünden öte değişen bir şey yok. Sonunda bütün siyasetçiler üzerlerine titredikleri bu devletin nüfus kütüğünde birer ölü olacaklarını keşke kabullenseler. Belki o zaman böyle bir devleti yaşatmak yerine yerine bizleri mutlu edecek biçimde