Yönetmen Kazım Öz, yeni filminde Dersimli Alevi halk ozanı Zeynel Kahraman’ın hikayesini anlatıyor. Öz’le galası geçtiğimiz günlerde Atlas Sineması’nda gerçekleşen Çınara Sıpi (Beyaz Çınar) belgeselini anlatıyor.
MEHMET BORAN
OĞUZHAN TAŞ
Bahoz (Fırtına), Dur (Uzak) ve Fotoğraf, filmlerinin yönetmeni Kazım Öz ile geçen günlerde Atlas Sineması’nda galası yapılan yeni filmi Çınara Sıpi (Beyaz Çınar) üzerine konuştuk.
Zeynel Kahraman’ı anlatmaya nasıl karar verdiniz?
Zeynel Kahraman’ı ilk 2004 yılında duydum. Dersim’de böylesine çok yönlü, çok renkli bir kişiliğin olduğunu ilk duyduğumda şaşırmıştım. Kadim kültürü bir şekilde devam ettiren, o doğal özellikleri kendinde saklayan bir kişinin yaşıyor olduğunu öğrenmek benim için önemliydi. Yine özellikle müzikle olan ilişkisi, çeşitli bestelerinin birçok sanatçı tarafından okunuyor ama onun çok bilinmiyor olması benim için ilgi çekiciydi.
Dersimli Alevi olarak, Zeynel Kahraman ve ailesinin hikayesiyle nasıl bir ilişki kurdunuz?
Zeynel Kahraman’ın filmde görmediğiniz, eksik kalan birçok yönü var aslında. Mesela 10’a yakın meslek biliyor, arıcılık, taş ustalığı, söz yazarlığı, solistlik, enstrüman yapabilmesi, özgün bir akort sistemi üretebilmesi, fiziksel güçlülük… Aynı zamanda bir dönem dişçilik yapmış. Ayrıca, bugün unutulmaya yüz tutan misafirperverlik olgusunu da yakından görüyoruz. Yabancı birinin bile oradan geçerken evlerine buyur edilmesi, mutlaka bir şeylerin ikram edilip yeniden yolcu edilmesi… İnsan ilişkilerindeki o doğallık, modernleşme ile gelen yabancılaşmaya direnen bir kültür var orada… Bu çok güzel bir şey, çok dikkatimi çekti.
‘Kaybolmayan yüz tutan bir kültürün inleyişi”
Belgeselde Alevilik sembollerine de sıkça rastlıyoruz.
Dersim Aleviliği, kamuoyunda bilinen ya da yansıtılan halinden daha farklı. İslamiyet’in bir mezhebi gibi klasik bir yaklaşım, yanılmak olur. Aslında daha çok bir Animizm inancı var. Doğaya inanç söz konusu. Mesela her büyük dağın tepesindeki ağaç kutsanır. Nehrin, ayın, güneşin bir kutsallığı vardır. Tabi ki tek tanrıcı bir inanç oluşmadığı gibi, insan ilişkilerinde de iktidara dayalı merkeziyetçi bir sistem oluşmamıştır. Yani komşuluk ilişkilerinde, aile içerisinde bunları görebiliyorsun. Daha önce ‘Şavaklar’ diye bir film yapmıştım. Şavaklar’daki oba sistemi, çok demokratik bir sistemdir aslında. Meslek icabı, birlikte 5-6 aylık bir yolculuk, işbirliği lazım. Ama bu bir zorunluluğa dayalı değil, aileler birbirlerini severek, tercih ederek o süreç boyunca birlikte yaşarlar. Aile de babanın egemenliğine dayalı değildir, daha çok doğal ahlak ölçüleriyle bir arada duran bir aile söz konusudur. Fakat şu an Dersim’de de kültürel anlamda iktidarlardan kaynaklı yoğun bir erozyondan, asimilasyondan bahsedebiliriz. Hala o ücra köylerde, dağ başlarında, şehirlerden uzak olan noktalarda doğal toplumun özellikleri mevcudiyetini koruyor. Bu filmin başka bir amacı da aslında, bu kültürü kazıp ortaya çıkarmak. Filmde Zeynel Kahraman’ın uzun uzun inleyişi, kaybolmaya yüz tutan bu kültürün bir inleyişidir aynı zamanda.
“Kahraman’ın klarnet hüneri Papıl ustaya dayanıyor”
Zeynel Kahraman filmde, ‘’Klarneti, bir Ermeni ustadan öğrenmiştim’’ diyor.
Evet, iki kuşak öncesinde Ermeniler var. Sanat ve zanaat dediğimizde hakikaten bir Ermeni hazinesinden bahsedebiliriz. Bu her ne kadar dağıtıldıysa da kuşaklara aktarımı devam etmiştir. Ermeni katliamını biz hep toplu kıyımlar, vahşi bir şekilde öldürülen çocuklar, kadınlar ve dağılan aileler olarak konuşuyoruz ama burada aynı zamanda çok ciddi bir kültürel katliam da söz konusu. Bu filmde Zeynel Kahraman’ı ön plana çıkaran klarnet ustalığının bile ipinin ucunu çektiğinizde Papıl diye bir Ermeni ustaya uzanıyor. Şimdi buradan hareketle de kültürel bir katliamdan söz edebiliriz.
“Filmlerimi sadece devlet sansürlemedi”
Yakın zamanda İstanbul Film Festivali’nde bir sansür olayı ile karşılaştık. Sansüre tepki olarak filmlerini geri çekenlerden biri de sizdiniz. Bu süreci nasıl yorumluyorsunuz?
Öncelikle, sansürden en çok etkilenenlerden biriyim. Yaptığım her film bir yerlerde, bir şekilde sansüre uğradı. O açıdan da sansüre uğrayan bir filmin kaderini, trajedisini, onu üretenlerin karşılaşacağı sorunları iyi biliyorum. Bunun da ancak dayanışmayla aşılabileceğini, doğru bir duruşla, işbirliği içerisinde mümkün olabileceğini düşündüğümden filmimi geri çektim. Sansür bu vesileyle çok tartışıldı, bir yönüyle pozitif bir şeye dönüştü. Birincisi sansürün tartışılmasına sebep oldu. Dayanışma yarattı. Ayrıca görünmeyen sansür de tartışıldı. Çünkü mesele sadece iktidarın sansürü değil, Türkiye’de festivaller de kendi içinde sansür uyguluyor. Benim filmlerimin bir kısmı devlet tarafından sansürlenirken, bir kısmı da güya devletten bağımsız sivil toplum kuruluşları dediğimiz birtakım kurumlar tarafından sansüre uğradı. Bugün bu konuda tepki duyan birçok kurumsal yapı, aslında yıllarca bu sansüre hizmet etti. İşin ucu onlara dokunduğunda tepki göstermeye başladılar. Yani burada bir özeleştiriye de ihtiyaç var. Özellikle Türkiye’de festival programlarının oluşması, bütçelerinin kullanılması, jürilerinin oluşturulması, bu jürilerin karar alma yöntemleri, bunların hepsinin tartışılması gerekir. Festivallerin daha bağımsız, özgür düşünebilen, iktidarların baskılarından uzak daha objektif yapılar haline gelmesi sağlanmalı.