En acımasız düşmanın tarihi

Arek Kendirli, MÖ 27. yüzyıldaki bilinen ilk hastadan 21. yüzyılın gen terapisine kanseri ve onunla mücadele etmek uğruna denenenleri yazdı.

Doktorlar, üzerinde çok az şey bildikleri ilaçları, üzerinde daha da az şey bildikleri hastalıkları, üzerlerinde hiçbir şey bilmedikleri insanları iyileştirmek için kullanan kişilerdir.
Voltaire 

Kanseri günümüzde herkesin bir şekilde canını sıkan, adı geçince tüyleri ürperten, baş belası, acımasız bir hastalık olarak tanıyoruz. Basitçe, bizi biz yapan hücrelerimizin kontrolünü kaybederek anormal bir şekilde çoğalmasına kanser denir. Kanser, hücrelerimizin kontrol mekanizmasını ele geçirmesi, farklı dokularda ortaya çıkabilmesi, dışarıdan bakıldığında normal hücreden pek de farkı olmaması ve ilaçlara karşı direnç geliştirebilmesi nedeniyle “acımasız düşman” olarak namını sürdürür. Her ne kadar, ortalama yaş ömrünün uzaması nedeniyle yeni yüzyılın hastalığı olarak bilinse de izlerine milattan önce bile rastlanır. Bu yazıda, kanserin zaman tünelinde bir yolculuk yapacağız.

“Kanserin erken tarihi, üzerinde çok az şey bulunmasından ibarettir”
Arthur Aufderheide

Kanser yaratıcıdır, acımasızdır, uyanıktır, savunmacıdır; evrim geçirir, hayatta kalma konusunda çok başarılıdır ve tüm bunları insan türünü başarılı kılan özellikleri kendi yararına kullanarak yapar. Peki, kanser kaç yaşındadır?

Kansere ilk olarak MÖ 27. Yüzyılda yaşamış Mısırlı hekim İmhotep’in yazmalarında rastlarız: “Memede kabarık kitlelerin bulunduğu bir vakayı incelerken, bu kitlelerin memenin her tarafına yayılmış olduğunu fark edersiniz; elinizi memenin üzerine koyduğunuzda serinse ve dokunduğunuzda herhangi bir ateş emaresi yoksa; şişlikler pütürsüz, kuru oldukları ve herhangi bir akıntıya yol açmadıkları halde dokununca tümsekleri hissedebiliyorsanız…” İmhotep bu cümleleriyle sanki bir meme tümörünü tasvir eder gibidir. Velhasıl, bu vaka ile ilgili “Tedavi” başlığı altında ise tek bir cümle yer almaktadır: “Tedavisi yok.”

İmhotep’in bu betimlemesinden sonra kanser sanki ortadan kaybolmuş veya gizli tutulmuş gibi iki bin yıl adından hiç söz ettirmemiştir. Sonraları, MÖ 440’lı yıllarda Herodot’un kaleme aldığı “Herodot Tarihi” eserinde kansere tekrar rastlanır. Hikâyeye göre Kiros’un kızı, Darius’un da eşi olan Pers Kraliçesi Atossa, memesinde kanayan bir yumru olduğunu fark eder. Uzun çabaların sonunda Yunanlı bir köle olan Democedes, tümörü almak için Atossa’yı ikna eder. Ameliyattan sonra hikâyede Atossa’nın hastalığından ve nasıl öldüğünden bahsedilmez.

Peru’nun güney ucunda, Atakama Çölü’nün kuzey kenarında bin yıllık bir mezarlık bulunur. Mezarlar Kiribaya kabilesi tarafından mumyalanmıştır. Paleopataloji uzmanı, Minnesota Üniversitesi profesörü olan Arthur Aufderheide, 1990 tarihinde bu mumyalardan doku örnekleri alabilmek için otopsi çalışmaları yaptı. Aufderheide, 30 yaşlarında bir kadına ait mumyayı incelerken sol kolun üst kısmında “soğansı bir kitle” ye rastladı. Kemik parçalarıyla donatılan bu kitle bir kemik tümörü, yani “osteosarkom” vakasıdır ve mumya içinde korunmuş bin yıllık bir kanseri göstermektedir. Mumyalarda gözlenen tümör yapıları sadece bu örnekle sınırlı kalmadı: İskenderiye’nin yeraltı dehlizlerinde bulunan 2000 yıllık bir Mısır mumyasının kalça kemiğindeki tümör, Mısır Dakhla bölgesinde 400 yılına ait bir karın kanseri ve patolojik bakımından kesinlik kazanmayan birçok vaka, kanserin hayli eski bir düşman olabileceğine işaret etmektedir. Eğer bu bulgular gerçekten de kanserin izleriyse, bırakın “modern” olmayı insan tarihinin en eski hastalığı olabilir. Fakat ilginç olan şu ki, eski dönem tıp tarihinde efsane olan hastalıkların (tüberküloz, kolera gibi) aksine, kanser üzerine ne bir kitaba ne de bir tanrıya rastlanır. Bu eksikliğin birkaç nedeni olabilir. Bildiğimiz gibi kanser yaşla ilintili bir hastalıktır, örneğin 30 yaşındaki bir kadın için meme kanseri riski 400’de 1 iken, 70 yaş için bu oran 9’da 1’e yükselir ve eski toplumlarda insanlar kansere yakalanamadan, tüberküloz, kolera, çiçek, cüzzam ve zatürre gibi ölümcül hastalıklardan erken yaşta ölmüş olabilirler. O halde; modern zaman ve uygarlık kansere neden olmadı, insan ömrünü uzatarak, onu saklandığı delikten çıkardı, demek bu hastalığın tarihi hakkında akla yatkın bir çıkarım olur.

Onkos

Hastalık isimleri, kendi içlerinde birer öyküdür aslında. Kanserin tıp literatüründeki ilk adı, MÖ 400’lü yıllarda Hipokrat döneminden, Yunanca yengeç anlamına gelen “karkinos” idi. Belli ki şişmiş kan damarlarıyla sarılı tümör Hipokrat’a bir yengeci hatırlatmıştı. Daha sonra, onkoloji olarak da bildiğimiz alana adını veren “onkos” sözcüğü ortaya çıktı. Onkos, Yunancada kütle ya da yük manasına gelir. Bu isim verilirken şüphesiz, kanser insanın taşımak zorunda olduğu bir yük olarak görülüyordu. Tıbbın babası Hipokrat’a göre insan vücudu “humor” adı verilen dört sıvı içermekteydi; kan, siyah safra, sarı safra ve balgam. Her birinin kendine has bir rengi vardı; kırmızı, siyah, sarı, beyaz. Sağlıklı vücutta bu dört sıvı dengedeyken, hastalıklı vücutta bir tanesinin fazlalığı dengeyi bozuyordu. MS 160’lı yıllarda hekimlik yapmış Yunan hekim Galen (Claudius Galenus) kanseri, sıvıların en kötücül olanı siyah safraya ithaf etti. İngiliz cerrah Thomas Gale; “Kaynamamış (soğuk) siyah safradan gelir kanser” diye yazmıştır Galen’in kuramından bahsederken. Galen’e göre kanser, cerrahi yollarla tedavi edilmemeliydi, bunun nedeni siyah safranın diğer bütün sıvılar gibi vücuda yayılmış ve engellenmesi güç oluşuydu. Galen’in tıp üzerindeki etkisi yüzyıllar boyunca sürdü. 1300’lerin ortalarında “aklınızın çelinmesine izin verip ameliyata kalkışmayın” diye yazdı John Arderne. 15.Yüzyılın saygın cerrahı Leonard Bertipaglia ise “bütün meslek hayatım boyunca kanserin bıçakla tedavi edilebildiğine tanık olmadığım gibi, bunu yapan birini de tanımadım” diye yazdı. Galen farkında olmadan dönemin kanser hastalarına büyük bir iyilikte bulunmuştu, çünkü antiseptik ve anestezi yokluğunda yapılacak operasyonların etkileri hayal bile edilemezdi. Ne yazık ki 16. yüzyıl cerrahı Ambroise Pare çalışmalarında kömürde kızdırılmış havyayla ya da sülfürik asit macunuyla kimyasal olarak yakılan tümörlerden söz ediyordu. 18. Yüzyılda yaşamış Alman hekim Lorenz Heister de kliniğinde gerçekleştirdiği bir mastektomi (memenin çıkarılması) ameliyatını sanki kurbanlık kesiyormuş gibi şöyle anlatmıştı:  “Birçok kadın ameliyata büyük cesaretle, neredeyse hiç inleyip sızlamadan tahammül eder, ama bazıları öyle bağırır, öyle yaygara koparır ki, en gözü pek cerrahın bile cesaretini kırarak ameliyatı ertelemeye teşvik eder.” Kendini bu gözü pek doktorlara emanet etmek istemeyen hastalar ise kansere çare olacak bin bir çeşit malzemeyle dolan dönemin eczanelerine yönelmek zorunda kalmıştı. Kurşunlu çözeltiler, yabandomuzu dişleri, tilki akciğerleri, fildişi, kabuksuz keneotu, öğütülmüş beyaz mercan, ipeka, sinameki, yengeç gözü merhemi ve daha da tuhaflaşan çözümler; keçi pisliği, kurbağalar, karga ayakları, kaplumbağa karaciğeri, tümörü kurşun levhalara sıkıştırma yöntemi ve tabi kutsal sular. Bütün ilaç ve işlemlerin işe yaramazlığı durumunda, tek bir tedavi yöntemi olan Galen’in kuramından türeyen kanama-boşaltma işlemi yapılır, bu sayede vücutta biriken “kötü sıvı” dışarı atılmış olurdu.

1533 yılında, 19 yaşındayken Galen’in anatomi ve patoloji kuramları üzerine eğitim almaya giden Andreas Vesalius, sağlıklı insanın anatomi haritasını çıkaran ilk bilim insanı oldu. 1793 yılında Londra’da bir anatomist olan Matthew Baillie ise hastalıklı insan anatomi haritasını çıkardı. Fakat ne Andreas ne de Matthew insanların aklını yüzyıllardır kurcalayan kanserden sorumlu “siyah safra” ya rastlayamadı. Soluk renkli sıvı; lenf sistemi, kırmızı; kan, sarı safra da karaciğerdi ama siyah safra yoktu. Böylelikle Galen’in siyah safrası tarihe gömülmüş oldu.

Galen’nin siyah safrasının çöküşünden sonra kanseri ameliyatla çıkarma fikri cerrahlar arasında hızla yayılmaya başladı. Fakat henüz iki önemli keşif gerçekleşmemişti; ameliyat masasının korkunç işkencesinden sağ çıkmayı başaranlar, kısa süre sonra daha da korkunç bir biçimde enfeksiyon nedeniyle ölüyorlardı. Beklenen iki önemli keşif, 1846 ile 1867 yılları arasında ortaya çıktı. Keşiflerden ilki anesteziydi, ikincisi ise İskoçyalı cerrah Joseph Lister’in, Louis Pasteur’ün et suyu deneyinden esinlenerek hakkında şu cümleleri kurduğu antiseptiklerdi (antimikrop): “Düşündüm ki, hasar görmüş bölgedeki çürüme, ortamdaki havayı ortamdan kaldırmadan da engellenebilir; bunun için yaraya, içinde yüzmekte olan parçacıkları (mikropları) öldürebilecek bir malzeme uygulanabilir.”

1850-1950 yılları arasında cerrahlar, bu iki önemli keşfin gerçekleşmesi ile cerrahi yolla tümörleri çıkarıp atarak kansere korkusuzca saldırdılar. Bir kanser cerrahının görevi, normal doku ve organlara dokunmadan yalnızca kötü huylu dokuları çıkarmaktır, fakat ne yazık ki işler böyle gitmedi. 20. yüzyılın başlarında, kendi bölgesiyle sınırlı yani, metastas (sıçrama) yapmamış birincil tümörler ameliyatla alınabilir hale gelmişti. Ancak, kısa bir süre sonra tekrar beliren tümörler cerrahlarda yeni ürpertici bir fikrin belirmesine yol açtı; kanseri kökünden söküp alma. Daha saldırgan, daha derin!  Hem doğrudan hasta dokunun hem de etkilenmiş olabilecek çevre doku ve yapıların çıkarılmasını içeren bu kapsamlı cerrahi yönteme “radikal” cerrahi adını verdiler. Basit bir dille, giderek daha büyük bir alanın kesilip çıkarılması diyebiliriz.

1860’larda İngiliz Cerrah Charles Moore: “Ameliyattan sonra bölgesel olarak nükseden kanser, birincil tümör kalıntılarının sürekli büyümesinin sonucudur” diye yazmıştı. Bunun üzerine William Stewart Halsted ve Willy Meyer meme kanseri hastalarının sadece tümör bölgesini çıkarmanın yanı sıra omuz hareketinde önemli rol oynayan büyük paktoralis major kasına kadar derinden kitle almanın hastalığın nüksetmesini engelleyeceğini düşündüler. Düşünmekle kalmayıp, ameliyatlarında daha da derine gidecek; köprücük kemiğini de keseceklerdi. Pektoralis major kası kesilip çıkarıldığında omuzlar içeri çöküyor, hasta kolunu ne ileri ne de yana uzatabiliyordu. Koltuk altı lenf düğümlerinin çıkarılması ise koltuk altında “fil ayağı” adı verilen şişliklerin oluşmasına sebep oluyordu. Cerrahlara göre bu durum kansere karşı başlatılan savaşta kaçınılmaz savaş yaralarıydı. Yanıldıkları nokta ise, ne kadar derine giderlerse gitsinler kanser ameliyattan önce vücuda yayılmaya başladıysa (metastas) başarılı olunamazdı. Bu durum herkesin aklına aynı soruyu getirdi “radikal mastektomi gerçekten hayat kurtarıyor mu?”. Bazı doktorlar için psikolojik saplantı hale gelen “radikalizm” yaklaşık 20 yıl etkisini sürdürdü. 1929’da bir İngiliz cerrah doktorların bu saplantısını şu kelimelerde ifade edecekti: “Maalesef, ameliyat edilebilirliğin ölçüsü ‘hasarlı bölge çıkarılabilir mi?’ sorusuna bağlı; hasarlı bölgeyi çıkarmak ‘hastayı iyileştirecek mi?‘ sorusuna değil.”

Radikal mestektomi fırtınasını dağıtan, kanserle savaşta bir başka önemli keşif X-ışınları oldu. 1895’te Wilhelm Röntgen karısının elinden geçebilecek kadar güçlü bu enerji biçimini keşfetti. Bunun üzerine Pierre ve Marie Curie çifti daha radyoaktif, daha güçlü X-ışını yayan radyum elementini buldu. Işınım o kadar güçlüydü ki, Marie Curie’nin elinde kalıcı anemi oluşturmuş, bunu çalışan birçok bilim insanında doku hasarı yaratmıştı. Bu hasarların altında yatan sebebi bulmak biyologların onlarca yılını alacaktı. X-ışınları DNA’ya saldırıyor ve bölünen hücreler DNA hasarı nedeniyle ölüyorlardı. En karakteristik özelliklerinden biri ‘hızlı bölünmek’ olan kanser hücrelerini X-ışınlarıyla hedef alma fikri araştırmacıların dikkatinden kaçmadı. Kanser hücrelerine karşı seçici olan bir tedavinin heyecan dalgası kısa süre içinde tüm dünyaya yayıldı. 1901’de Chicago’lu bir doktor şöyle diyordu: “Bu tedavi biçiminin, kanserin bütün türleri için mutlak bir sonuç vereceğine inanıyorum. Sınırlarının nerede zorlandığı konusunda bilgi sahibi değilim.” Maalesef cerrahi işlem gibi, radyasyon tıbbının da sınırları çok geniş değildi, metastas yapmış kanserlerde işe yaramıyor, bunun yanı sıra radyasyon hastaları yara bere içinde bırakıyordu. Daha da beteri, radyasyonun kendisi DNA’ya zarar verdiği için kansere yol açabiliyordu. O dönemde U.S. Radium şirketi radyumu boyayla karıştırıp karanlıkta parlayan saatler üretirken, aynı zamanda işçilerini acı bir ölüme doğru sürükledi. İşçiler radyumun etkileri yüzünden pek çok kanser türüne yakalandılar; lösemi, kemik, boyun ve çene tümörleri. 10 Bin dolarlık tazminat cezası işçilerin eline bile ulaşmadan hayatlarını kaybettiler.

Her zehir, kılık değiştirmiş bir ilaç olabilir

Kanser tedavisinde bir diğer dönüm noktası olan “kemoterapi” ise ortaya çıkışını tekstil ve savaş endüstrisine borçludur. 1856’da 18 yaşındaki William Perkin’in laboratuvarında ucuza mal edilecek bir kimyasal boya maddesi üretmesi, ülkelerin bu sektöre yönelmesine ve dolayısıyla yapay boya üretimini tetikledi. 1883’te Almanya’da parlak kırmızı kimyasal maddesi üretimi 12 bin tona ulaşmıştı. Alman tekstil kimyagerleri doğada o ana kadar rastlanmamış sayısız yapay kimyasal molekül ürettiler. 1878’de 24 Yaşındaki tıp öğrencisi Paul Ehrlich laboratuvarında hayvan dokuları boyarken bazı kimyasal boyaların bazı dokulara seçici (özgül) olarak bağlandığını fark etti. Kimyasal maddeler ile özgül olarak hastalıkları hedef alma fikri Ehrlich’i, kimyasallar hazinesi olan Almanya’nın boya fabrikalarına yöneltti. Ehrlich bulduğu Tripan kırmızısı molekülüyle uyku hastalığına yol açan paraziti, bileşik 606 adını verdiği kimyasal boya ile de frengiye (sifilis) yol açan bakteriyi hedef alarak öldürdü. Ehrlich bu ilaçları “sihirli mermiler” olarak anıyordu. Ehrlich’in “özgüllük ilkesi” keşfi için Nobel Ödülü almasından 7 sene sonra, boya fabrikaları 1.Dünya Savaş’ında kullanılan kimyasal savaş gazları üreten fabrikalara dönüştürüldü. 12 Temmuz 1917 gecesi Belçikan’ın Ypres kasabasına atılan hardal gazı, bir gecede iki bin askeri öldürdü. 2 Aralık 1943’te Alman Hava Kuvvetlerinden oluşan bir filo İtalyan’ın Bari şehri limanında bulunan Amerikan gemilerini bombalarken, bombalardan biri John Harvey adını taşıyan ve içinde 70 tonluk hardal gazı bulunan gemiyi isabet aldı. Kurtarılan 617 kişiden 83’ü ilk hafta içinde, birkaç ay içinde ise yaklaşık iki bin kişi hayatını kaybetti. Otopsiler iki olayda da aynı sonucu veriyordu: ölenlerin kanlarında akyuvarlar tümüyle ortadan kalkmış, kemik iliği (kan hücrelerini üreten doku) neredeyse yok olmuştu. Ehrlich’in kimyasalları gibi, hardal gazı da seçici davranıp kemik iliği hücrelerini hedef almıştı. 1942’de lenf bezi kanseri olan New Yorklu bir kuyumcuya “sadece” kötü huylu akyuvarları öldürmesi için hardal bileşiği zayıflatılmış dozlar halinde verildi, daha sonra 1950’lerde özgüllük kavramından yola çıkarak kimyasal havuzundan 6-MP adını alan bir ilaç daha keşfedildi ve akut lenfoblastik lösemi (ALL) hastası çocuklar üzerinde denendi. Her iki çalışmada hastalık geriledi ve tümörler kayboldu, fakat ne yazık ki bu gerilemeler geçiciydi ve tümör daha şiddetli bir şekilde tekrar kendisini gösteriyordu. 

Gelip geçici de olsa, löseminin gerilediği vakalar modern kemoterapinin babası Sidney Farber’ı oldukça etkilemişti. Farber, çocuklarda ortaya çıkan kanserleri araştırmak için donanımlı bir kanser araştırma merkezine ihtiyaç olduğunu ve gerekli paranın siyasete bulaşmadan elde edilemeyeceğini biliyordu. Daha sonra Jimmy adını alacak Einar Gustafson isimli mavi gözlü sarışın bir çocuk kanser fonun maskotu olarak seçildi. Radyo, televizyon ve gazete kanalları aracılığıyla hızla pazarlanan Jimmy için, 1948 yılında 231 bin dolar toplanmış ancak bu miktar yine de yeterli olmamıştı. Kanseri yenmek için önce normal bir hücrenin nasıl çalıştığını, tedavi mekanizmalarının nasıl işlediğini çözmeyi beklemeye gerek olmadığını savunan Farber, şöyle diyordu: “Bu yıl ölecek olan 325.000 kanserli hastanın bekleyecek zamanı yok.” Farber, Jimmy fonunu maddi açıdan geride bırakacak daha büyük çaplı bir hareket başlatmak istedi ve bunun için güçlü bağlantıları olan, siyasi çevrelerce tanınan, sosyete sınıfının içinden Mary Woodard Lasker’ı buldu. Lasker, beynindeki tıkanıklık yüzünden felç geçirmiş annesini tıbbın çaresizliği yüzünden kaybetmeyi kabullenememiş biriydi. Aynı şekilde eşi Albert Lasker’i metastas yapmış bir kolon kanseri yüzünden kaybetmişti. Bu talihsiz olayların etkisiyle, insanları perişan edip sakat bırakan hastalıklara karşı yapılacak araştırmaların yüzlerce, milyonlarca dolara layık olduğunu düşünüyordu. Bir dizi başarılı girişimlerden sonra kanserle savaş çabalarını yeniden canlandıran Lasker, yıllık bütçesi 250 bin dolar civarında olan Amerikan Kanser Kontrol Derneği’nin adını yenileyerek Amerikan Kanser Derneğine dönüştürdü. Yıllık toplanan bağışlar tavana fırlamıştı: 1944’te 832.000, 1945’te 4.292.000, 1947’de 12.045.000 dolar. Lasker’in ekibi medyada Lasker Gönüllüleri (Laskerites) olarak tanınmaya başlamıştı. Tüm çabalara rağmen, ölüm acımasızca klinikleri dolaşmaktaydı ama Farber cesaretini hiç kaybetmedi. İlaçlar değişebilir, yeni kombinasyonlar farklı dozlarda denenebilirdi. Tek bir antibiyotiğe karşı dirençli olan bir bakterinin direnci iki ya da üç antibiyotiğin kullanılmasıyla kırılabiliyorsa, direnç kazanıp yeniden nükseden kanserleri yenmek için de aynı yönteme başvurulabilirdi mesela. Ulusal Kanser Enstitüsü (NIH)’den bazı bilim insanlarına göre, iki ya da daha fazla sayıda ilaçla lösemiyi yenmek mümkün olabilirdi. Nitekim 1957 yılında yaptıkları klinik deneyde, tek başına verilen ilaçlar yüzde 15, 20 civarı gerileme göstermiş olmasına karşın, iki ilacın birlikte verildiği hastalarda bu oran yüzde 45’e fırlamıştı. İki ilaç kullanımının, bir ilaçtan daha iyi sonuçlar vermesi mantığı ile 1960’lı yıllarda dört ilacın bir kombinasyon halinde verilmesini hayal ediyordu kimi doktorlar. Bir zamanlar radikal cerrahi yanlıların yaptığını şimdi radikal kemoterapi yanlıları yapıyor, gözleri kapalı kansere saldırmak istiyorlardı. Bazı araştırmacılar bu mantığa  “kasap dükkânı” benzetmesini yaptı. Aynen şöyle yazıyordu bir araştırmacı; “Çocukları, hücrelerdeki zehir etkisi yüksek üç ya da dört ilaçla tedavi düşüncesi, acımasız ve çılgınca geliyordu herkese.” Tüm kasvetli tartışmalara rağmen dört ilaçlı VAMP (vinkristin, ametopterin, merkaptopürin, prednizon) deneyi 1961’de başlatıldı. Normal kemik hücreleri kademeli olarak iyileşiyor, lösemi geriliyordu. Yıllar sonra deneyin yürütücüsü Emil Freireich deney hakkındaki endişesini şu sözüyle belirtmişti “o çocukların hepsini öldürmüş olabilirdik.” Fakat ne yazık ki bu başarı hikâyesi de uzun sürmedi; kemik iliğinden temizlenen lösemi hücreleri, beyne, ilacın ulaşamadığı yere saklanmış ve hızlı bir ölüme yol açmıştı. VAMP deneyinden sonra bu deneye benzer sayısız deney yapıldı, (MOMP, NSABP, ABO, BVP, ABVD, BEP, C-MOPP, ChlaVIP, ACT deneyi) ve yüksek dozlu bu zehirler hastalara verildi. Burada hasta yerine denek kelimesini kullanmak daha uygun olabilir. Sadece 1984 ve 85 yıllarında, tıp dergilerinde yaklaşık 6 bin makale yayımlandı ama hiçbiri yüksek dozlu zehir kombinasyonlarının ilerlemiş bir tümör üzerinde etkili olduğunu kanıtlayamadı.  Gazeteci Stewart Alsop’unda söylediği gibi deneylerdeki temel misyon, birey olarak hastayı kurtarmak değil, başkalarının hayatını kurtarmanın yollarını bulmaktı.

“Hayatta olanları da, ölüleri saydığımız duyarlılık ve dikkatle saymayı öğrenmek zorundayız”
Audre Lorde

Fakat atlanmaması gereken önemli bir nokta var ki, o da bütün bu deneyler ve gelişmeler kanser biyolojisi ve tedavisiyle ilgili ilerlemelerin öncü adımlarıydı. Tüm bu girişimler kanseri daha iyi tanımamızı sağlayan ve hastalığın nihai çözümüne ulaşan merdivenlerin birer basamağı olarak görülebilir, tabii Audre Lorde’nin sözünü aklımızdan çıkarmadan. Günümüzde hala kanser tedavisinde kemoterapi ve radyoterapi uygulanmaktadır. Bunun yanı sıra sayısız, göreceli olarak daha güvenli, daha etkili tedavi yöntemleri kullanılmakta ve geliştirilmekte. Bağışıklık sistemini uyarıp kanserli hücreleri hedef almalarını sağlayarak, kanser hücrelerini hedef alan virüsleri modifiye ederek, nano parçacıklar kullanarak, gen terapisi uygulayarak bu acımasız düşmana karşı yeni savaş yöntemleri aranmakta.

BU derlemeyle MÖ. 27. Yüzyıldaki İmhoteb’in hastasından günümüze kadar, bu uğurda hayal etmesi güç acılar çekerek hayatını kaybeden tüm “kahraman” kanser hastalarına ve kibrine, egosuna, şöhrete yenik düşmeyen bilim insanlarına bir selam gönderiyorum. 

*Bu yazı, Siddhartha Mukherjee’nin Tüm Hastalıkların Şahı, Kanserin Biyografisi (The Emperor of All Maladies: A Biography of Cancer) kitabından derlenmiştir. (Kitap Çevirisi: Zeynep Arık Tozar)

Düzenleyen: Seren Baygün

Kategoriler

Sağlık Misafirhane

Etiketler

kanser


Yazar Hakkında