‘Zor bir isim, bir yüktür’

Ömür boyu içinde dönüp durduğumuz isimlerimiz ve isimlerle beraber üstlendiklerimiz üzerine Lizi Behmoaras’la söyleştik.

“Her insan tek bir kelimenin dairesi içine hapsedilmiştir: Kendi ismi.”
Mallarmé

İsminizin anlamıyla başlayalım mı söze?

Tabii... Fransızca ‘lis’ zambak demek, ona bir gönderme var belki ama benim bildiğim başka özel bir anlamı yok. Fakat ismimin bir hikâyesi var: Babaannemin ismi Eliza’ydı. Sefarad geleneğinde, çocuklara büyükannelerinin ve büyükbabalarının adı verilir. Bazen ad biraz değiştirilir ki modern dünyaya adapte edilsin. Bu yüzden, mesela ‘Esther’ler Terry, ‘Vitali’ler Vedat, ‘Avram’lar Albert olmuştur. Annem de bana ‘Eliza’ değil ‘Lizi’ adını vermiş. Jean Paul Sartre’ın ‘La Putain Respectueuse’ ( Saygın Fahişe) diye bir piyesi vardır, oradaki fahişenin adı Lizi’dir. Annem ondan esinlenip, Eliza’yı Lizi’ye çevirmiş. Ben küçükken bunu anlatmayı çok severdi. Fakat sonra, ben Lizi’yi kesip ‘Liz’ yaptım. Yazı adım, Liz Behmoaras. Kitaplarımı Liz olarak imzalıyorum, aile içinde Lizi’yim.

Bu ismi taşıyor olmaktan memnun musunuz?

Kolay anlaşılır isimlerden yanayım. İlk görüşme için çok daha rahatlatıcı, dinlendirici bir isim taşımayı tercih ederdim, çünkü kocamın soyadı Behmoaras, çok zor. Zor bir isim, bir yüktür. Bunu ikimiz de açık açık söylüyoruz.

Bu yükü nasıl tarif edersiniz? Nasıl bir şey taşıyorsunuz?

İsmimle ilgili pek fazla sorunum olmadı ama zaten ilkokulu Nişantaşı’nda Aydın Okulu’nda okudum, sonra da Notre-Dame de Sion’a gittim. O kozmopolit ortamlarda, Lizi, Rita sırıtan isimler değil. Genç kızlık soyadım da Katalan’dı, çok kolay telaffuz edilen ve anlaşılan bir isim. Ben evlendiğimde, iki soyadı taşımak gibi bir moda yoktu. ‘Behmoaras’ adını üstlendim. “Üstlendim” diyorum, çünkü bu sahiden bir üstlenmeydi. Bir de, ‘r’ harfini söylemediğim için... Soyadımı söylemem gerektiğinde hiçbir zaman “Behmoaras” demiyorum; şöyle bir nefes alıp “Bolu, Edirne, Hatay, Mardin, Ordu, Ankara, Rize, Ankara, Samsun” diyorum. İnsanlar daha ortasında gülmeye başlıyor, “Bitmedi mi daha?” diyorlar. Behmoaras’la igili, anlatmakla bitmeyecek hikâyelerimiz var.

Başka hikâyeleri, romanlarınızı yazarken karakterlerinize nasıl isim veriyorsunuz?

Bu çok önemli bir konu, çünkü isim karaktere uymadığı zaman yolda takılıyorum ve değiştirme ihtiyacını hissediyorum. Diyelim sempatik birini yaratacağım (zaten hiçbir zaman sıfırdan yaratmıyorsunuz, hep bir şeylerden esinleniyorsunuz), ona Zeynep veya Leyla adını verebilirim, çünkü benim tanıdığım bir sürü sempatik Zeynep ve Leyla var. Yani tanımış olduğum bir insandan etkilenerek, çağrışımla veriyorum. Esinlenerek, “Bu isim ona yakışır” diyerek...

Kendi çocuklarınızın isimlerini de böyle mi seçtiniz?

Büyük oğlum Jak’tı. Ben onu hep ‘Ceki’ diye çağırdım, daha çok yakışıyor diye Küçük oğluma da Eytan adını verdim. ‘Eytan’, İbranice, çok güçlü, çok enerjik bir isim. Ben isimlerin, özellikle –Hasret, Sevinç, Çelik gibi– gerçek anlam taşıyan isimlerin insanları bir yere kadar programladığına inanıyorum. Birine başkasının adını vermeyi, büyükannelerin, büyükbabaların isimlerinin yeni doğan bir çocuğa verilmesini doğru bulmuyorum. Hatta bunu son kitabımda, bir diyalog içinde yazdım. İsmini verdiğin insana diğerinden birtakım özellikler de aktarıyorsun. Yeni bir hayat bembeyaz bir sayfayken, sen sanki çocuğa o sayfaya ilk kelimelerini yazma şansı tanımıyorsun.

Beyaz sayfaya kimliklerimiz, dinimiz de yazılmış oluyor. ‘Lizi’ ismiyle Yahudi veya gayrimüslim olduğunuzun anlaşılmasından dolayı sıkıntı yaşıyor musunuz?

Büyüdüğüm semt olan Nişantaşı’nda hiç problem değil, fakat şimdi Üsküdar’da yaşıyoruz. Orada, bir hayret ifadesiyle, yabancı olup olmadığım soruluyor. Bugünlerde insanlar, bu konuda biraz daha ‘politically correct’ (siyaseten doğru) olmaya çalıştıkları için direkt sormuyorlar ama bir yadırgama oluyor. Çok sinirime dokunan bir şey, bana “bayan” denmesi. Burada bir ayrımcılık görüyorum. Bu ülkede bir kadına “hanım” deniyorsa bana da öyle densin, neden bana “bayan” deniyor? 90’lı yıllarda, Libération gazetesinde çalışan arkadaşım Mark, Türkiye’ye röportaj yapmak için gelirdi. Ben de onunla gider, çeviri yapardım. Bir defasında, bir röportaj için Kuleli Askeri Lisesi’ne gittik, bir generalle konuşuyoruz. General bana döndü, “Sizi tanıyalım. Adınız?” dedi. Adımı söyledim. “Nerelisiniz?” “Ben Yahudi’yim, Türk Yahudisiyim” dedim. Orada bir şey hissediyorsunuz. Bazı ortamlarda, elle tutulur, gözle görülür değil ama, bir şey hissediyorsunuz. Karşınızdaki sanki nasıl bir tutum takınacağını bilmezmiş gibi...

Bu bilinmezlik halleri mesleğinize de yansıyor mu?

Evet, mesela şu var: Yazarken, herkes gibi benim de hata yaptığım oluyor. Bir cümle düşük oluyor mesela. En yakın bildiğim insanlar bile şöyle söylüyorlar: “Bizde bu böyle yazılmaz. Bizde böyle denir.” Sinir oluyorum ama o kadar da haksız değiller, çünkü evet, benim kuşağım Türkçeye hâkim, fakat kapanmayacak birtakım eksiklikler de var. Mesela ben atasözü bilmem, çünkü atalarımın sözleri İspanyolcaydı, Türkçe değildi. Haliyle, bazen yanlış yazarım. Ama o da ‘azınlığa mensup yazar tarzı’...

Türkçe konuşmak ve ‘Türkleşmek’ için mücadele eden, ismini Munis Tekinalp olarak değiştiren Moiz Kohen’in biyografisini yazdınız (‘Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi’, Remzi Kitabevi, 2005). Sizce Kohen’in, bugün Türkiye’de Yahudilere Türkçe isimler de veriliyor olmasında bir etkisi olmuş mudur?

Moiz Kohen’i bunu ne gibi bir motivasyonla yaptığını tam olarak bilmiyorum. Onu yazdım ama tam olarak çözemedim. Gizlenmek mi istedi, yoksa yüzde yüz bir entegrasyon sağlamak mı, tam bilmiyorum. Fakat her ne yapmak istediyse başaramadı, çünkü ailesini tanıyorum, ailesi hiç onun yolundan gitmedi. Kendi de çok itildi ve çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Konsolos olmak istedi fakat Ankara’dan ona gelen cevap “Biz Yahudi’den konsolos yapmayız” oldu. Onunki yarım kalmış bir hikâye, diyelim.

Kategoriler

Toplum

Etiketler

İsimler Hikayeler


Yazar Hakkında