BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Çam kokusu

Hadi yine biraz gündemin dışına çıkalım, ne dersiniz? Son zamanlarda hep acılıydık. Bir süre daha böyle gider gibi de görünüyor; malum, 24 Nisan geldi çattı bile. Zaman nelere gebe, bilinmez. Hayırlısıyla bi atlatsak bari... Hal böyleyken, öncesinde biraz hafifletmeye çalışalım ruhumuzu dedim, biraz nefeslenelim, mesela şöyle doğaya moğaya göz atalım. Eh tabii, doğayı düşündüğümüzde de dertlenmeyeceksek... Ben öyle oluyorum çünkü. Güzel bir ağaç gördüğümde gözlerim doluyor. Bakıp bakıp “Ah canııım, sana da kıyarlar mı acaba?” diye mırıldanmaktan kendimi alamıyorum. 

Günümüz insanının anlayışına göre, ne yazık ki, uygarlaşmanın yolu betonlaşmaktan geçiyor. Ağaç da, yalnızca sokakları caddeleri süsleyen, gerekli gereksiz kırpılan bir şey. Hepsinin yaşam alanı sınırlı, ne kadar istenirse o kadar büyüyebilirler. Tam yatak odamın karşısına gelen kaldırımın kenarına tesadüfen dikilen ıhlamurun çiçeklenmesini beş yıldır bekliyorum. Her yıl dallarının başladığı yerden kesildiği için ne uzayabiliyor, ne de çiçeklenebiliyor garibim. Diyeceksiniz ki, o mu kaldı dert edecek? Koskoca Belgrad Ormanı kırpıla kırpıla bahçe kadar kalacak yakında. Çam kokusunu unutacağız. Vay canına... Bu lafı eder etmez bakın ne geldi aklıma! Evet, onu sizlerle mutlaka paylaşmalıyım. Nicedir aklımdaydı da uygun bir zaman bekliyordum.

Şimdi tam zamanı mıdır, emin değilim gerçi, çünkü başka niyetle oturmuştum masama. Hatta gündemdeki olaylar kışkırtıp duruyordu beni. Sonra bir an gözüm, karşımda cadde boyu uzanan ve tüm ağaçlar gibi, trafiği genişletme kurbanı olma ihtimaliyle, kalıcılıkları pamuk ipliğine bağlı, asırlık çınarlara takıldı. Güneşi görünce büyük bir coşkuyla, şıkır şıkır filizleniverdiler iki günde; belli ki bir hafta sonra yemyeşil olacaklar. Birden çocukluğumda, mis gibi çam kokusunu içime çeke çeke, ada ormanlarında, sevdiğim ağaçların gölgesinde, uzanıp düşler kurduğum günler geldi aklıma. Yazık ki şimdi torun konumundaki çocuklar belki de bu kokuyu hiç alamayacaklar büyüdüklerinde. Hem de yalnız doğayı bu derece hor kullanan ülkemizde değil, tüm dünya ülkelerinde. Örnek vereceğim tabii, boşuna kapılmadım bu endişeye.

Yeni kazandığım değerli dostlarımdan birinin eşi Hollandalı. Geçenlerde, hep birlikte bir yemek sohbetindeyken, söz dönüp dolaşıp, gelişen teknoloji yüzünden çocuklarımızın nasıl makineleşip doğadan uzaklaştığına geldiğinde o anlattı. Ben İngilizce süren sohbeti, bir şey kaçırmamaya çalışarak, can kulağıyla takip ederken, ağzım bir karış açık kalakaldım aniden. Çok etkilendim, hatta herkes gülerken benim gözlerim doldu, not aldım ve “Bunu bir gün mutlaka yazacağım” dedim. Ve o günün, bu gün olduğunu bana, filizlenmekte olan karşı komşularım fısıldadı. Bu Hollandalı beyin İngiltere’de yaşayan akrabaları, ziyaretine geliyorlar. O da bir gün, şehrin göbeğinde bir apartmanda doğup büyüyen ve her halleriyle tipik birer apartman çocuğu olan yeğenlerini ormana piknik yapmaya götürüyor. Çocuklar arabadan inip de muhteşem çam ormanına adım atar atmaz, hayretle etraflarını kokluyorlar ve yüzlerini buruşturarak “İiiğğ... Tuvalet kokuyor burası” diyorlar. Aman Tanrım! Düşünebiliyor musunuz? O misler gibi çam kokusu onlara ancak, tuvaletlerde klozetin kenarına asılan o kokulu şeyleri çağrıştırıyor. Niye? Çünkü daha önce hiç gerçek bir orman ve çam görmemiş, koklamamışlar. Çam kokusu onlar için tuvalet kokusu gibi bir şey. Ne hazin, değil mi? İnsanoğlu, şehir karmaşasında yaşarken, uzak kaldığımız doğadan büsbütün kopmayalım diye, onu taklit ederek yapay kokular yaratıyor, sonra o kokular o kadar gerçeklik kazanıyor ki asıllarının önüne geçiyor.

Yıllar önce bir yaz, New York’ta bir gökdelenin bilmem kaçıncı katında yaşamakta olan bir tanıdıklarımız gelmişti adadaki evimize. Son derece hijyenik bir ortamda büyümekte olan, üç yaşında bir kızları vardı. Sokaklarda at pisliği var diye, adada kaldıkları sürece kucaktan inmemiş, hiç yere basmamıştı sokakta. O zamanlar burada tuvalet kokuları pek öyle popüler değildi. Çocuk hiçbir yerde asla klozete oturmamış, lavabolara yapmıştı çişini kakasını. Annemin her yıl reçel yaptığı, bahçedeki hokka güllerini kokladığında da “Aaa, bunlar anuşabur (aşure) kokuyor” demişti. Ermenilerin çoğu aşureye gül suyu koyar da... Çok gülmüştük o zaman, hatta “Ne akıllı çocuk” falan demişti komşular. Gençtim, aşırı hijyenik apartman ortamlarında ondan bundan sakınarak büyütülen çocukların nasıl doğadan uzaklaşıp yabancılaştığını fark etmemiştim. Demek ta o zamandan başlamış kopmalar. Bakın, önümüz bahar, iklimi de karıştırdığımız için çok kısa sürecek. Çocuklarınız varsa, her fırsatta onları ormana falan götürün, yoksa ruhsuz birer yetişkin olacak her biri. Yakında orman da kalmayınca, çok geç olacak.