O hep olmalıydı orada

ÜMİT KIVANÇ

Pangaltı’dan Dolapdere’ye inen yokuşun üstündeki ufacık daire, gelişigüzel toparlanmış eşyayla tıkış tıkış bir salon, nasıl sığdığı, nasıl girip çıktığı bilinmez bir kalabalık, herkesin üstüne sinmiş telaş ve heyecan, Hrant’ın gülüşü, kızışı, bağırtısı, gürültüsü ve Sarkis Bey’in sükûneti. Agos gözlerini açtığında gördüğü manzara buydu.

Sonra neler oldu... Mekân değişti, ortam değişti, yıllar geçti, Agos’un kapısından ürke ürke giren, heyecanlarına bolca endişe karışmış yeniyetmeler evlenip çoluk çocuk sahibi oldu. Agos okunur, bilinir, varsayılır, sayılır oldu. Korkulur bile oldu. Deprem oldu, felaket oldu. Hrant gitti...

Şimdi de Sarkis Bey bıraktı bizi. Kendisine kalsa bırakmazdı. Tabiat o acımasız hükmünü yürüttü; yine yanlış hedefe attı. O lazımdı. Daha çok lazımdı. O orada olmalıydı. Bir çınar gölgesi gibi, arada usul usul kıpırdayarak, durmalıydı yerinde. Etrafına misafirler toplanmalıydı. Önünden geçmeliydik, yanından geçmeliydik, kıyısına ilişmeliydik. Sesini duymalıydık, dolu dolu el sıkışmalı, omuzlarımıza pat pat vurmalıydık karşılıklı.

Meraklı bir insandı Baron Seropyan. Üşenmezdi, kolay yorulmuyordu. Kapılar açabileceğini hissederdiniz.

Varız, buradayız, burada yaşıyoruz, yapabildiğimiz kadarıyla biz yaptık bu hayatı kendimize. Söylenmez, hissedilirdi bunlar. Oturur, gülümserdiniz karşılıklı, çok şey anlatılır, anlaşılırdı.

Şimdi gidince onu yerinde bulamayacağınıza inanmak... Çok zor.