MELINE TOUMANI
Sarkis Seropyan’la 2005 yazında tanıştım. Sosyolog Fatma Müge Göçek ondan eski Ermeni köylerini görmek üzere Türkiye’nin güneydoğusunu kapsayan bir gezi planlamasını istemiş, beni de bu geziye davet etmişti. Baron Sarkis’le ilgili anılarım İstanbul’da, havaalanında, Van’a kalkacak uçuşumuzun kapısında başlıyor. Müge beni onunla tanıştırdı, Baron Sarkis de elimi sıkmaktansa bana yarısı kalmış bir kurabiye paketi uzattı. “Bizim bunlara ihtiyacımız yok,” dedi gülerek. Sonraki sekiz gün boyunca, minibüsle güneydoğuyu gezerken Baron Sarkis’le ilgili izlenimim farklı yüzleri arasında gidip gelecekti. İlki gülen, muzip yüzüydü—Babil Kulesi’nde konuşulan orijinal dilin Ermenice olduğuna beni (şaka yollu) ikna etmeye çalıştığı sefer takındığı yüz. Veya karpuzu keşfedenin bir Ermeni olduğunu (belki de ciddiydi!) söylediğinde takındığı. Gülen yüzünün diğer tarafında ise usanmış yüzü vardı. Bu usanmış yüzünü Van Müzesi’ne girip – sadece Ermenilerin öldüğü Türklerden bahseden - saçmasapan “soykırım bölümü”nü keşfettiğimizde gördüm. [bölümün resmi ismi ‘Van’da Ermenilerin yaptığı Katliam Seksiyonu’ imiş, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü sitesinden, -n.] Baron Sarkis kafasını kapıdan içeri uzatmaya kalmadı ki dışarı çıkıp bizi beklemeye başladı. Aynı usanmış yüzü bize şüpheli muamelesi yapan bir köy bekçisiyle karşılaştığımızda da gördüm (“Tutun beni de şuna bir tane patlatmayayım,” dedi Baron Sarkis, bir yarışı yeni bitirmiş bir koşucu gibi elleri başının arkasında uzaklaşmadan.)
Baron Sarkis’in bir yüzü daha vardı, ki bu benim en severek hatırladığım yüzü. Bu yüz, genç insanlara bir şeyler öğretirken takındığı sabırlı yüzdü. Bu yüzü ise ilk defa Van Kalesi’ni ziyaret ettiğimizde gördüm. Üç tane genç, on yaşlarında Kürt oğlan kalenin orada oyun oynuyordu. Bize kaleyi gezdirmeyi teklif ettiler. Ama Baron Sarkis bu teklifi kabul etmektense onları bir sınava tabi tuttu: “Kale duvarlarında niye üç farklı çeşit taş var?” diye sordu birine. Oğlanlardan biri cevap verdi: “Önce Bizans Türkleri, sonra Selçuk Türkleri, en son da Osmanlı Türkleri.” Baron Sarkis, hiç kızmadan, bu revizyonist tarihi alıp daha doğru bir şekilde revize etti. İlk taş sırasının Ermenilerin ataları Urartular tarafından inşa edildiğini açıkladı. İkinci taş sırası ise, yetenekli duvar ustaları olan Bizans Ermenilerinin işi olabilirdi. Sonra oğlanlara neden bugün Van’da hiç Ermeni kalmadığını açıkladı. Ondan sonra oğlanlar bize Kürtçe hüzünlü şarkılar söylediler. Baron Sarkis elini Rıdvan adındaki çocuğun omzuna attı. “Bu oğlan çok zeki,” dedi, ve fotoğraflarını çekmemi istedi. Belki o çocuklar bir dahaki sefer yabancı ziyaretçilere kaleyi “gezdirdiklerinde” biraz daha karmaşık bir hikaye anlatacaklardı. Ve bir gün o oğlanlar büyüyecek, bildiklerinin (veya bilmediklerinin) gerçek sonuçları olacaktı. Baron Sarkis bunu biliyordu.
O sabırlı yüzü gördüğüm bir başka sefer: eski püskü giysiler içerisinde çocuklarla dolu, zor ulaşılan bir köyde, yedi yaşında, Ayfer isminde bir kız çocuğuyla tanıştık. Ayfer’in bir özelliği Baron Sarkis’in hemen dikkatini çekti. Meraklıydı, bizim yaptığımız her şeyi kocaman gözleriyle izliyordu. Baron Sarkis onun bana, yani bir serüvene çıkmış başı örtülü olmayan yabancı bir kadına nasıl kapıldığını fark etti. İki yıl sonra tekrar Türkiye’deydim, Agos’ta Baron Sarkis’le sohbet ediyorduk. Van’a tekrar seyahat etmiş, ve o köye tekrar gitmişti, ve işte o Ayfer yine oradaydı, ancak büyük bir fark vardı: artık başı örtülüydü. Sorular sormaktansa mesafesini korumuştu. Baron Sarkis okula gidip gitmediğini sormuş, Ayfer ‘Hayır’ demişti. Bunun üzerine Baron Sarkis amcasıyla konuşmak istemiş; amcasına bu kızın özel olduğunu, okuması gerektiğini söylemişti. Bunu söylemesi fark etmiş miydi? Bilmiyorum. Bu yıl Ayfer 17 yaşında olmalı, eğer gitme fırsatı bulduysa liseyi bitirmiştir. Ancak şunu biliyorum ki Baron Sarkis gençlere, gençlerin öğrenme ve dünyayı değiştirme potansiyeline inanıyordu. Ben de onu hep böyle hatırlayacağım, sahip olduğu bilgiyi sabırla paylaşırken, bir sıra daha taş ekleyerek temeli güçlendirirken.