2015 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’ya aday gösterilen Peter Greenaway filmi ‘Eisenstein Guanajuato’da’nın Berlinale galasına katılan sinema yazarı Selim Eyüboğlu, filmi Agos için değerlendirdi. Kendi döneminin önünde giden yönetmen Eisenstein’ın Meksika yolculuğunu anlatan film, kuşkusuz, 2015’in en iyilerinden biri olacak.
Sergei Eisenstein’ın, sinema tarihine neredeyse bir dipnot olarak düşülen ‘Yaşasın Meksika’ filmi için çıktığı Meksika yolculuğu, Peter Greenaway’in 2015 Berlin Film Festivali’nde yarışan son filmi ‘Eisenstein Guanajuato’nun ana temasıydı. Greenaway’in portresini çizdiği Sovyet yönetmen, Guanajuato’da eşcinselliğini keşfedip bekâretini kaybederken, bu sürprizlerle dolu süreç, film projesinin sponsoru olan Upton Sinclair, Josef Stalin, hatta sanatla olan ilişkisini tam bir krize dönüştürüyor.
‘Eisenstein Guanajuato’, ‘entelektüel montaj’ kavramının mimarı, ‘Potemkin Zırhlısı’ ya da ‘Ekim’ filmlerinin yönetmeni Eisenstein algısını tersyüz ediyor. Film, Sovyet kahramanı bir yönetmenden ziyade, kişisel zaafları ağır basan, cinsel hayatı tepetaklak olmuş bir karakter olarak ortaya koyuyor; bir bakıma, yönetmenin bastırılmış kişiliğini ön plana çıkarıyor.
Biraz Leonardo, biraz Einstein
Greeanaway’in fantezisinde, eşcinsel uyanış ve yaratıcı dehanın bileşkesi olarak formüle edilen Eisenstein, herkesin gıpta edip öykünebileceği bir kişilik değil. Yönetmen, filmde ukala, kendini beğenmiş ve teşhirci bir karakter olarak çizilmiş. Bu bağlamda, biraz Dali’nin kişiliğini andırıyor. Kendini Rönesans insanı Leonardo ile karşılaştırıyor; hatta, yarı şaka, Einstein ile olan isim benzerliğinin de altını çiziyor. Ancak bu portrelemeye de haksızlık etmemek gerek; Eisenstein’in çağdaşları, sanatçının dehasını, modern akımlar içinde yeni anlatım biçimleri yaratma performansıyla ölçülüyorlardı. Bir sanatçının ‘eksantrik’ yaşam tarzı dahi bir sanat eseri gibi algılanabiliyordu. Charlie Chaplin, James Joyce gibi birçok modernist sanatçının ona olan hayranlığını sık sık dile getirdiği için, Eisenstein’ın bir narsist olarak sunulmasının tarihsel bir gerekçesi var.
Kuşkusuz, Greenaway’in kafasındaki Eisenstein tamamen raydan çıkmış, kendini Meksika’nın fallik kaktüslerine ve eşcinselliğe adamış bir yönetmen değil. Stalin dönemiyle birlikte Rusya’daki modern sanatın tamamen çökertildiğinin farkında. Eninde sonunda Sovyetler Birliği’ne döneceğinin ve geleceğin, Sosyalist Gerçekçilik akımının boyunduruğu altında sinema yapmaktan geçtiğini de biliyor. Ne var ki, Meksika’daki son günlerinde bunu düşünmemeye kararlı görünüyor. Sovyet Devrimi’nin cinselliğe yaklaşımı, Viktorya İngilteresi’nden miras Jdanovism ilkelerine dayanırken, Eisenstein’ın cinselikle ilişkisi ve fikirleri, bu ideoloji ile çarpıcı bir tezat oluşturuyor. İlkinde sosyalist sanat cinselliği ve özellikle eşcinselliği bastırırken, Eisentein özelinde (eş)cinsellik yaratıcılığın temel gıdası olarak gösteriliyor.
Greenaway bir bakıma, çağdaş sinema teknikleri ve ekranı üçe bölen kendine özgü parçalı anlatımları üzerinden, Eisenstein’ın bir dönemini yeniden yorumluyor. Siyah-beyaz ‘Potemkin’ ve ‘Ekim’in filmleriyle, onların müziklerini canlı olarak icra eden orkestrayı aynı kadrajda gösteriyor; dönemin modernist sanatçılarının sepya tonlu tarihi fotoğraflarını, filmin öyküsel akışıyla bir arada kurguluyor. Ancak Greenaway’in Eisenstein’a yaklaşımı filme hem yaratıcı bir boyut kazandırıyor, hem de onun bazı klişelere saplanmasına yol açıyor.
Greenaway kolaja dayalı anlatımıyla, Eisenstein’ın montaj sinemasının postmodern bir izdüşümünü oluşturuyor; diğer yandan, elektrik çarpmış gibi havada duran saçları, yarı deli davranışları, aralara serpiştirilmiş Meksikalı haydut görüntüleri ve ölüler günü maskeleri, izleyiciyle fazlasıyla tanıdık geliyor. Ve tüm bunların ötesinde, filmdeki üst ses, filmin anafikrinin seyirciye ulaşmasını garanti etmek için, hem başta, hem de sonda, “‘Ekim’ filmi bazen ‘Dünyayı Sarsan 10 Gün’ olarak anıldı. Yönetmenin Guanajuato’daki yaşadıkları ise Eisenstein’ı sarsan 10 gün oldu” yorumunu anons ediyor.