Kalbin niyeti ve dilin niyeti ortasında tuhaf bir aşk hikâyesi

2014 yılının en büyük edebiyat olaylarından biri elbette Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıldır çalıştığı, bir süredir yayınlanması beklenen ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ isimli romanının okuyucu ile buluşmasıydı. Yayınlanmasını takiben de pek çok tartışmayı beraberinde getirdi roman. Yazar Orhan Pamuk olunca, roman daha da çok incelendi, daha da çok eleştirildi.

BÜRKEM CEVHER

Alt başlığın söylediği

Kafamda Bir Tuhaflık’ın hikâyesi hemen herkesin malumu. Uzun bir alt başlık ile Pamuk da özetlemiş romanın konusunu: “Boza satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatı, maceraları ve arkadaşlarının hikâyesi ve 1969 ile 2012 yılları arasında İstanbul hayatının pek çok kişinin gözünden anlatılmış resmidir.” Ancak her ne kadar roman tek bir kahraman üzerinden de ilerlese, pek çok yan karakterin hikâyesi, çok katmanlı yapısı ile ayrıntılı bir analizi hak ediyor. Romanda en çok dikkati çeken unsur ise romanın üç ana ikilik üzerine kurulmuş olması idi. Bu ikiliklerin anlaşılması, romanın katmanlarına inmeyi de kolaylaştıracaktır.

Kitap hem Mevlut’un kafasındaki tuhaflığı gösteren, hem de tüm hayatına etki eden bir olayla başlıyor. Mevlut bir düğünde göz göze geldiği kıza tutkuyla âşık olur ve ona üç yıl boyunca aşk mektupları yazar. Kızdan herhangi bir yanıt alamaz ama üçüncü yılın sonunda amcasının oğlu aracılığı ile haber ulaştırdığı kızı kaçırır. Ancak kız âşık olduğu kız değil, onun daha çirkin olan ve çirkin olduğu için de talipleri olmayan kız kardeşidir.

Böylece Mevlut’un tüm hayatını etkileyen bu tuhaf aşk hikâyesi başlar. Aşkta insanın niyeti mi daha önemlidir, kısmeti mi? Aşk zamanla, birbirini tanıdıkça mı perçinlenir, yoksa ilk görüşte aşk mıdır ölümsüz olan? Mevlut kısmetine düşen kadını zamanla daha çok severken, niyetindeki kadını da unutmaz. Unutmaz ama kalbinde hep niyetindeki değil, kısmetine düşen ve sonradan sevdiği kadın vardır.

Kitaptaki ilk ikilik de burada karşımıza çıkar: Kalbin niyetine karşılık dilin niyeti. Mevlut’un boza satarken tanıştığı Efendi Hazretleri’nin dini konuşmalarında anlattığı gibi kalbin niyeti esastır. Ancak Efendi Hazretleri’ne göre dilin niyeti ise sünnettir. Dilin niyeti ile kalbin niyetinin inançta aynı olması gerekir. Mevlut ise, kendi aşk hikâyesinden yola çıkarak, kalbin niyeti ile dilin niyeti arasındaki köprünün kısmet olduğunu düşünür. “İnsan bir şeye niyet edebilir, başka bir şeyi dile getirebilir; kısmet, bu ikisini birleştirebilirdi.” Başlangıçta o mektupları Samiha’ya yazmıştı, ancak kısmeti ona Rayiha’yı getirmişti ve o da Rayiha’yı sevmişti.

Şahsi görüş ve resmi görüş arasındaki derin fark

Kalbin niyeti ile dilin niyetine paralel bir diğer ikilik ise yine kitabın en başındaki alıntılarda ortaya çıkar. ‘Kara Kitap’tan hatırladığımız gazeteci Celâl Salik, “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmi görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır,” der. Elbette Pamuk, burada bir ironi yaparak pek yaygın bir hatayı, otoriterlik ile gücün aynı potada olduğu yanılsamasını imâ etmektedir.

Kitap süresince de özellikle politik bağlamda şahsi görüş ve resmi görüş arasındaki ayrımdan söz edilir. Mevlut insanların, özellikle de yakın çevresindekilerin şahsi görüşleri ile ilgilenir. Yakın arkadaşı Ferhat’la onları yakınlaştıran şey birbirlerine hiç çekinmeden şahsi görüşlerini söyleyebilmeleridir. Ne zaman ki Ferhat’ın artık ona şahsi değil de resmi görüşlerini söylediğini fark eder, o zaman arkadaşı ile artık eskisi gibi yakın olmadığını anlar. Kendi aşk hikâyesinde ise bu ayrımı çok ciddi bulur ve kalp ile dil ikilisinin daha insani olduğunu düşünür.

Dış dünya ile Mevlut’un kafasındaki âlem

Mevlut mesleği olan bozacılığa tutkuyla bağlıdır. “Boza Müslüman’ın alkol içmesi için bulunmuş, kılıfına uydurulmuş alkollü bir içecek” dense de Mevlut bozada alkol olduğunu asla kabul etmez, çocukların bile içtiği bu içecekte alkol olması mümkün değildir, zaten içinde alkol olsa başta kendi satmaz bu içeceği. Boza satmaya çıkamadığı geceler huzursuz olur. Kendini ancak gece İstanbul sokaklarında boza sattığında mutlu hisseder. Sokaklarla konuşur, sokaklar ona mesaj gönderir. Gördüğü bir duvar yazısından, sattığı boza miktarına kadar sokağa ve bozaya dair her şey kafasındaki dünyayla kurduğu ilişkiyi güçlendirir.

Mevlut’un kendi âlemi ile kendini bir türlü içinde hissedemediği dünya ise üçüncü önemli ikiliktir. Bu ikisi arasındaki köprüyü ise sokaklar kurar. Mevlut kafasındaki tuhaflığı, kendini “topluluk içinde bile yapayalnız, ne bu zamanın içinde ne de bu zamanın dışında” hissetmesi olarak tanımlar. Kafasındaki tuhaflıkla sokaklarda yürüdüğü akşamlarda barışır. Hayatın vereceği huzur ve güzellikle ancak kendi hayatından uzaklaştığında, başka dünyaları  düşlerken karşılaşır ve “geceleri boza satarken yürüdüğü sokakla kafasının içindeki alemin artık tek bir bütün olduğunu” sezer.

Ayrıntıların gücü

Orhan Pamuk ayrıntıları çok ustalıkla işlemektedir bu romanda da. Verilen ayrıntının zaten orada olması gerektiğini hissedersiniz.  O ayrıntı olmazsa sanki o paragrafta bir şeyler eksik kalacaktır. Ancak böylesine betimleyici ayrıntıları böylesine doğal bir şekilde anlatma becerisi Pamuk’un ne kadar mahir bir yazar olduğunu gösterir biz okurlara. Ayrıntı bütünü, bütün ise ayrıntının varlığını güçlendirir.

Bu romanın baş kahramanlarından biri Mevlut ise, diğeri de İstanbul’dur. Tüm romanlarında olduğu gibi bu romanda da İstanbul’u çok güzel anlatmış, betimlemiştir Orhan Pamuk. Varoşların anlatımını ise Kültepe ve Duttepe gibi iki hayali semt üzerinden sürdürmüştür. Sağ görüşlüler ile sol görüşlüler arasındaki kavgayı Kültepe ve Duttepe ile sembolleştirir. Sonraları nispeten daha iyi yapılaşan gecekondu mahallesi Duttepe ile hep derme çatma kalan, yeni binalar yapılsa bile iyi bir semt sıfatını alamayan Kültepe öylesine güzel betimlenmiştir ki, bu semtlerin gerçekten var olduğunu düşünür okur. Hatta gerçekten var olan Gazi Mahallesi’nden bile daha gerçek yansımıştır bu semtler romana.

“Bırak biraz da ben anlatayım”

Romanda kullanılan teknik ise romana paradoksal bir yapı katmıştır. Bu yapı da okuyucuya çözülmesi gereken bir bilmece sunmaktadır. Yan karakterler araya girerek olayları kendi açılarından anlatırken yazara “sen her şeyi bilmiyorsun, bırak biraz da ben anlatayım” demektedirler. Yazarın sesini ise, olayların Mevlut’un bakış açısıyla anlatıldığı bölümlerde duymaktayız. Bu da yazarın ve Mevlut’un bir olma haline bir kanıt aynı zamanda. Bozacı işaretlerinin olduğu parçaları yazar mı anlatmaktadır, yoksa Mevlut mu? Sanki Mevlut, kafasındaki o tuhaflıkla kendine dışarıdan bakmakta ve kendi açısından hikayeyi üçüncü bir kişinin gözünden yazmaktadır. Bir bakıma Mevlut yazarı devre dışı bırakmıştır ve Mevlut’un bilmediği hikâyeleri de diğer karakterler kendi ağızlarından anlatmaktadırlar. Paradoks da burada ortaya çıkmaktadır: Eğer hikâyeyi Mevlut anlatıyorsa, Orhan Pamuk nerededir? Eğer Mevlut’un hikâyesini Pamuk yazıyorsa, neden roman boyunca çoğu yan karakter romana müdahale ediyor da sadece Mevlut araya girmiyor ve tüm hikayesini yazara bırakıyor? Bu sorular roman süresince sık sık okurun aklına gelmektedir.

700 sayfadan 470 sayfaya indi

Romanda Mevlut’un çelişkileri çok ustaca yansıtılmış. Mevlut’un ne orada ne burada  olma hali, dürüst bir insanken rüşvet almayı da kafasında rasyonel bir çerçeveye oturtabilmesi, bir türlü kuzenleri ya da arkadaşı Ferhat gibi ‘yırtamayışı’ ve buna rağmen yaşadığı hayattan memnun olması, vb. Ancak yine de bir şeyler eksik gibi geliyor romanda. Romanı okurken sanki Mevlut hakkında değil de Orhan Pamuk tarafından canlandırılan Mevlut hakkındaki bir romanı okuduğumuzu hissediyoruz sürekli. Bir türlü gerçek Mevlut’a ulaşamıyoruz, o nedenle de. Orhan Pamuk bir röportajında kitabın aslında 700 sayfa olarak yazıldığını ancak daha sonra 470 sayfaya düşürüldüğünü söylemişti. Keşke atılmadan bırakılsaymış da o sayfalar, biz de bir ihtimal o atılan parçalarda Mevlut’a dair, onu daha iyi anlamamıza, içselleştirmemize yardım edecek parçalar okuyabilseymişiz.

Gelecek kuşak Türk okurları için boza…

Kitabın başlarında bozanın ne olduğunun açıklanması, Türkiyeli okurlar için oldukça gereksiz bir ayrıntı olup, okurları romana yabancılaştırıyor. Boza, kitabın yazıldığı yıllarda Türkiyeli okurları tarafından bilinen bir içecektir ve bu açıklama, kitabın yerli okurlardan ziyade dünya okurlarıiçin yazıldığı izlenimini veriyor. Gerçi Pamuk da bozayı “dünya okurlarına ve onu önümüzdeki yirmi otuz yılda ne yazık ki unutacağını tahmin ettiği gelecek kuşak Türk okurlarına” anlatmak istediğini söylemektedir, ancak bu bile yabancılaşma duygusunu gidermemektedir.

Ancak netice itibariyle ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ Orhan Pamuk külliyatı içerisinde, özellikle ‘Kara Kitap’ ve ‘Benim Adım Kırmızı’ gibi muhteşem romanlarla kıyaslandığında, yazarın en iyi romanı olmamakla birlikte, bir Orhan Pamuk romanıdır. Üzerinde çok araştırma yapılmış, oldukça da güzel yazılmış bir romandır. Eleştirilerimize rağmen de 2014 yılının en güzel romanlarından biridir, kaçırılmamalıdır.

Kafamda Bir Tuhaflık
Orhan Pamuk
İletişim Yayınları
477 sayfa.