Orta Yeri Sinema'da bu hafta '‘Foxcatcher Takımı' ve ‘Bay Turner’ var.
Carell’in bir manyakta beden bulan metamorfozu
‘Foxcatcher Takımı ’ (Bennett Miller)
Miller, ‘Capote’ ve ‘Moneyball’da olduğu gibi yine yaşanmış bir öyküyle karşımızda ve bu filmden de alnının akıyla çıkmış. Sanıyorum, yönetmenin gerçek öyküleri aktarmadaki başarısı, faydalandığı kitaplarda anlatılanlardan fazlasını, gerçeklikten kopmadan görebiliyor olmasından kaynaklanıyor. Gerçeği hiçbir zaman bilemeyecek olsak da, bu filmlerde Miller’ın varlığı, hep yaşananların bir tanığı, karakterlerin en yakın dostuymuş hissiyle beliriyor. ‘Foxcatcher’, Amerika’nın en zengin ailesi du Pont’ların güreş sporu hayranı ve vatansever oğulları John du Pont’un (Steve Carell), genç güreşçi Mark Schulz’u (Channing Tatum) ‘himayesine’ almasıyla başlıyor. Du Pont’un hayali, ‘kupa odasını’ (çok zengin oldukları için kupa odaları var) güreş madalyonlarıyla donatmak, çünkü o güreşte asla başarılı olamayacak kadar atletiklikten uzak ve asilzade annesi de güreşi ‘bayağı’ bulduğu için güreş ona yasak. Mark Schulz ise başarılı fakat fukara bir güreşçi. Ama Schulz’un asıl aradığı para değil, ondan daha başarılı olan güreşçi abisinin gölgesinden çıkabilmek. Teoride bu, iki tarafın da kazanç elde edeceği bir senaryo gibi dursa da, ilk görüşte manyak olduğu anlaşılan du Pont’un teklifini kabul etmenin pratikte çok kötü bir fikir olduğu ortada. Manyak olduğu kadar karışık, karışık olduğu kadar gizemli biri du Pont. Bu gizemin en önemli unsurlarından biri, filmde asla cevabını bulamadığımız gizli eşcinsellik konusu. Film buram buram homoerotizm koksa da Miller o kadar üstünde durmuyor ki bu mevzunun ‘gerçek’ten emin olamıyor insan. Görebildiklerimizse, Du Pont’un Foxcatcher takımını, oğlancılık yapmak için değil, şampiyonluğu tatmak için kurmak istiyor oluşu. Mesela vatanseverliği de du Pont’ların Amerika’yı kuran köklü ailelerden biri olmalarının haklı gururundan geliyor, bastırılmış bir eşcinsellikten falan değil. Silah manyaklığı da herhalde biraz Amerikanlığından biraz da ağır ‘anne sorunları’ndan kaynaklanıyor. Son olarak, bu film Steve Carell’in metamorfozu değilse, nedir?
Hobi olarak yine yap
‘Bay Turner’ (Mike Leigh)
Kadın bedenlerinin sıkı korselerle sarılı olduğu 19. Yüzyıl İngilteresi’ndeyiz. Filmi izlerken sanki biraz biz de korseyle sıkılmış gibiyiz ama asla iç bunaltan bir filmden söz etmiyorum burada. Mike Leigh filmleri biraz böyle galiba, konu nefesimizi yer yer daraltsa da, Leigh korsenin iplerini, bazen ince İngiliz mizahından, bazen de karakterlerin alaycı tavırlarından faydalanarak gevşetmesini biliyor. ‘Bay Turner’ da bir uyarlama, değişime ayak uyduramayan, sanatında giderek kısırlaşarak kendini tekrar etmeye başlayan ressam J.M.W. Turner’ın (Timothy Spall) hakiki dramı. Turner, kesinlikle vasat bir ressam –anakronik de olabilir tabii bu değerlendirmem- Sürekli ve sadece gemili, dalgalı deniz manzaraları; günbatımı, gündoğumu, hava olaylarını resmediyor. Aristokrasinin, burjuvazinin ve akademinin överek söz ettiği bir peyzaj sanatçısı... Bir de Leigh’ın bize göstermemeyi tercih ettiği eskiz defterindeki karalamaları var. Ve bu minik eskiz defteri, onun ‘özgürlük kafaları’na girdiği alan. Büyük tuallerin karşısında duygusuzca resim yaparken, defterini şevkle karalıyor. Öyle veya böyle, Turner’ın bir dahi olmadığı belli. Zaten asıl sorun da elinden paletini ve eskiz defterini bırakmayan, tüm hayatını bunların üzerinde kurgulayan adamın, bir noktada bu durumu fark ederek sıkıntıya düşmesi. Öyle bir sıkıntı ki bu, çorap söküğü gibi geliyor arkası; övgülerin yerini aşağılamalar alıyor, buhranlar, hastalıklar, ölümler, garip haller… Sonra hayatına gün gibi doğan bir aşk giriyor ve anlıyoruz ki, Turner, bunca yıl mutluluğu yanlış yerde aramış. Aşkı bulmanın çözdüğü bir düğümden söz etmiyorum burada. Anlatmak istediğim, Turner’a üç numara büyük gelen ‘ünlü ressam’lıkla bağının, bu aşkla birlikte gelen yeni hayatı sayesinde yavaşça kopmaya başlaması ve Turner’ın huzuru küçük şeylerde bulması. Örnek verirsek, emekliliğin ardından şehirden sahil kasabasına taşınan ‘bey amca’nın, bir yandan eşiyle ikinci baharını yaşarken diğer yanda hobi olarak kumsaldaki sandalları çizmesi gibi…