Paris’te 7 Ocak’ta yapılan ve 12 kişinin hayatını kaybettiği Charlie Hebdo saldırısı, Türkiye’de her olayda olduğu gibi iki kutup ekseninde tartışıldı. Bazı analizlerde ‘İslami terör’ün yaygınlığına yer verilirken, bazıları da ‘Avrupa’da yükselen İslamofobi’ye ve ‘gerçek İslam’ın bu olmadığına’ dikkat çekti. Bu tartışmaların belirli noktalarını, dünyada kolonyalizm çalışmalarının sayılı isimlerinden, ‘İyi Müslüman, Kötü Müslüman’ kitabının yazarı, Columbia Üniversitesi Antropoloji bölümünden de görev alan Makerere Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Direktörü Prof. Mahmood Mamdani’ye sorduk.
Saldırı yapmak için Charlie Hebdo dergisinin hedef alınması, sembolik bir mesaj içeriyor. Siz Charlie Hebdo’nun hedef alınması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Charlie Hebdo, askeri bir operasyonun hedefi, bir anda gelişen veya organize sokak gösterilerinin değil. Elimizdeki bilgiler, bu operasyonun yerel bir birim tarafından organize ve icra edildiğini gösteriyor. Fakat bunun arkasındaki hedefi seçmenin de içinde bulunduğu stratejik karar verme yetkisi büyük ihtimalle yerel birime ait değil. Operasyonun amacı, savaşın cephelerini tanımlama ve derinleştirme gibi görünüyor. Bu terörün daha büyük amacı ise cepheler arasındaki ara zemini yok etmek ve siyasi atmosferi kutuplaştırmak.
Avrupa’da yükselen İslamofobi de bu saldırının esas nedenlerinden biri olarak gösteriliyor. Sizce bu, tek başına açıklayıcı mı?
Paris saldırısının herhangi bir özel gelişmeye cevap olduğunu düşünmüyorum. Bu, bir gelişmeye verilen tepkiden çok, inisiyatifi ele geçirmek için bir girişim olarak görünüyor. Bu anlamda, reaktif bir olay değil. Daha çok, 11 Eylül’den çok daha sert şekilde cephe hatlarını yeniden çizecek bir koreografi için bir atılım.
Bu saldırının ‘İslami terör’ olarak tanımlanmasına ne dersiniz?
‘Terör’, bu saldırıyı tanımlamak için doğru terim. Bu anlamda, İslami demek, daha ideolojik görünüyor. Eğer terör, bu saldırının doğasını açıklamaya yarıyorsa, İslami de demek, bu saldırıyı tanımlayanın, izleyenin bakış açısını gösterir. İzleyici, işlevsel farklılıkları tanımlamaya çalışır. Bu noktada şunu da sorabiliriz: İzleyiciler kimler? Tanımlamayı kim yapıyor? Hedefi tanımlamak kadar stratejik olan eylemi tanımlamanın riski çok yüksek.
Paris saldırısının ardından, İslam’ın radikalize olmaya meyyal olduğuna yönelik argümanlar ileri sürüldü. Bu tezleri, İslamofobik ve oryantalist olarak değerlendirebiliriz. Fakat El Kaide, IŞİD, karikatür krizleri veya son saldırı gibi şiddet olaylarının İslami hareketler içinde gelişmesini nasıl açıklayabiliriz?
Bu olayların açıklanmasındaki sorun, tarihdışı ve özcü olan dışlayıcı kültürel tanımlamalar yapılması. ‘İyi Müslüman, Kötü Müslüman’ kitabımda, Soğuk Savaş’tan, özellikle de Sovyet işgaline karşı koyan Afgan Cihadı’ndan ziyadesiyle etkilenen 1979 sonrası İslamcı eğilimleri tartışmıştım. ABD, anti-Sovyet isyanını ulusal bağımsızlık mücadelesi olarak değil, dini bir cihat olarak organize etmek adına stratejik bir karar almıştı. Suudi, Pakistan ve ABD istihbarat örgütleri, Müslüman dünyadan gönüllüler yetiştirmek için kaynaklarını bir havuzda topladılar. Halen ‘medrese’ denilen askeri akademilerde bu insanları eğittiler. Bu ‘medrese’ler, şimdi askeri eğitimi Kurani eğitimle birleştiriyor. Askerileştirilmiş modern medreseler, bu ortamda doğdu. Yetiştirdikleri de Arap Afganlar olarak biliniyor. Arap Afganlar, Afgan Savaşı’nın ardından ülkelerini dönmeye başladılar. Bu sürecin ilk etkisi, Cezayir’de görüldü. Ordu, İslami Selamet Cephesi’nin seçimdeki zaferini engelleyince ve bu Fransa tarafından desteklenince, Arap Afganların çok önemli rol oynadığı Silahlı İslami Grup (GIA), vahşi bir silahlı mücadele başlattı ve dehşet verici terör eylemleri yaptılar. Çoğu ülke, Afgan Savaşı gazilerine sınırlarını kapattı. Üç aşağı beş yukarı, şu anda aynı şeyi, Suriye Savaşı’ndan geri dönenlere yapıyorlar.
Bugün için de aynı analiz geçerli mi?
Bu dönemin ardından, şimdiye kadar bir dizi savaş yaşandı. ABD, Vietnam Savaşı’ndan aldığı dersi aklından tutarak, başka bir stratejik karar aldı. Ordusunu genişletmek yerine, savaşı özelleştirdi ve fakir ülkelerden gençlere asker olarak iş veren özel şirketlerle anlaştı. Ben Ugandalıyım ve biliyorum ki, Irak Savaşı boyunca ordunun her kademesinde yer alan 20 bin Ugandalı, bu şirketlerce işe alındı. Pakistan’daki medreselerde eğitilen Arap Afganların 50 bin civarında olduğu söylenir. O dönemden bu yana, bu havuz, savaş gazileriyle büyüdü. Bazıları, ücretli asker oldular. İçlerinde inançlarından dolayı veya ekonomik nedenlerle bu işleri yapanlar var. Daha genç neslin birçoğu, CIA ve Körfez ülkelerinin istihbarat örgütleri tarafından eğitildi, Suriye Savaşı boyunca bu insanlar, eğitilen ve silahlandırılan ‘ılımlı Müslümanlar’ olarak görüldü. CIA’in ‘ılımlı’ Müslümanı nasıl tanımladığını insan merak ediyor. Tanımın kilit noktasının o kişinin ABD yanlısı olması olduğuna dair şüphelerim var.
Suriye’deki savaş, çok önemli bir etmen mi bu konuda?
Irak Savaşı’nın sonuçları, Suriye’deki durumu besledi ve Irak’ta bumerang etkisi gösterdi. Saddam’ın yenilgisinin ardından, ABD, Baasçı orduyu ve bürokrasiyi lağvetti ve birçok entelektüeli üniversiteden kovdu. Bir Şia devleti kurulmasının yolunu açan mezhepçi bir anayasa yürürlüğe konuldu. Şimdi bu Baasçı ordu, bürokrasi ve entelijansiya, IŞİD’in sosyal altyapısını ve profesyonel kadrosunu oluşturuyor. IŞİD’in ortaya çıkışı, radikal İslamcı güçler arasında yarılmaya yol açtı. İki kutup, IŞİD ve El Kaide tarafından temsil ediliyor. IŞİD, Arap devletlerinin topraklarını elinde tutarken, El Kaide, ‘uzaktaki düşmanı’ hedeflemeye karar verdi. Bu seferki geri tepmenin etkisi, Afgan Savaşı döneminden daha büyük olacak gibi duruyor. Çünkü o zaman, hedef bölgeselken, şimdi küresel. Paris katliamından yer alan üç (veya dört) militan da Suriye’de eğitilen militan hücrelerine mensup. Ancak bunları, İslami teröristler olarak görmek, Afganistan’daki ABD ve NATO askerlerini ‘Haçlı Seferi’ndeki Hıristiyanlar’ olarak görmek kadar abes.
‘Pakistan’da Taliban 164 çocuğu öldürdü. Boko Haram, yüzlerce kız çocuğunu kaçırmasının ardından, yaklaşık 2000 sivili katletti. Yemen’de 61 insan, El Kaide tarafından öldürüldü. Çarpıcı ve öfke dolu eylemlerde artışa tanıklık ediyoruz. Bu militan gruplar arasında, manşette yer alma yarışı, rekabeti var.’
Paris saldırısının aslında İslam’ı hedef aldığı açıklaması için ne dersiniz?
Bazen, öyle dönemler yaşarız ki, şiddet sadece çarpışmalar, çatışmalar ve savaşların maalesef kaçınılmaz parçası değildir. Şiddet, sadece tarafların değil, seyircilerin de psikolojileri ve zihniyetleri üzerindeki büyük etkisi hesaba katılarak stratejik olarak tasarlanır. Kasten ve bilerek, kaba ve ürkütücü olanı hedefler. IŞİD, seçilen gazetecilerin kafasını kesiyor. Bu ortaçağ yöntemi, sadece öfke ve gözdağı için seçilmiyor, aynı zamanda dehşete düşürmeyi hedefliyor. Kısa zaman önce, Pakistan’da Taliban 164 çocuğu öldürdü. Boko Haram, yüzlerce kız çocuğunu kaçırmasının ardından, yaklaşık 2000 sivili katletti. Yemen’de 61 insan, El Kaide tarafından öldürüldü. Çarpıcı ve öfke dolu eylemlerde artışa tanıklık ediyoruz. Bu militan gruplar arasında, manşette yer alma yarışı, rekabeti var. Son dakika haberlerinin odağında kim olacak? Sahne ışıklarını en çok hak eden zulüm hangisi? Bu ilgi yarışı gerçekten finansal kaynak bulmak veya militan kazanmak için mi? Bu, birçok STK’nın bağışçıların ilgisini çekmek için yaptıklarına mı benziyor? Tüm bunlar, politik analize önemli derecede gereksinim duyan siyasi gelişmeler, sürekli tedavülde olan o eski akılsız İslam barbarlığı teranesi değil. Fakat yaşadığımız çevreyi pek çok açıdan değiştiğine dair bizi bilgilendiren bir analiz, tüm bunları bu çevreyi şekillendiren güçler olarak ele almalıdır.
Türkiye’de radikal İslami hareketler için “Gerçek İslam bu değil” cümlesi kullanılıyor. Sizce bu tür pratik ve somut sonuçları dışlayan bir ‘gerçek İslam’ var mı?
İslam nedir? Sabitlenmiş bir bağlılık yemin mi? İslami entelijansiyanın değişen söylemi mi? Veya sıradan Müslümanların gündelik hayatı mı? İslam, süregelen söylemsel geleneğin bir parçası olarak gelişen bir doktrin. Aynı zamanda, yaşayan bir gerçeklik. ‘Gerçek İslam’ı tanımlayabilecek bir otorite yok. Herkes, benim veya bizim anladığımız ve uyguladığımız İslam’dır diyebilir.
11 Eylül saldırısı sonrasında, ABD’de ‘iyi Müslüman’ ve ‘kötü Müslüman’ ayrımına gidildiğini yazmıştınız. Sizce Avrupa’da da benzer bir süreç gerçekleşecek mi?
Avrupa’nın, özellikle Fransa’nın durumu, ABD’dekinden çok daha kötü. Fransa’daki entelektüellerin büyük kısmı İslamofobik. Şu andaki tehlike, entelektüel bir eğilim olan İslamofobinin bir nefret hareketi doğurması. Ara zemin dağılıyor. Paris saldırısından sonraki süreçte, solun önündeki zorluk, bu ara zemini yeniden kuracak ve hem Fransa’nın değişen demografisini hem de Fransa’nın uluslararası anlamda sömürgesizleşmedeki rolünü ayarlamak anlamında ihtiyaçları tanıyacak bir politikayla kazanacak şekilde tartışmanın koşullarını tanımlamak. Bu kolay olmayacak. İçeride, Fransa’nın en büyük azınlık grubu olan Müslümanlar bağlamında Fransız vatandaşlığın yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Uluslararası anlamda da, Fransa’nın özellikle Afrika’daki rolü yeniden tartışılmalı.
Medyanın Paris’ten bir gün önce meydana gelen ve daha kanlı olan Yemen veya Boko Haram saldırısına Charlie Hebdo saldırısı kadar ilgi göstermemesini nasıl açıklayabiliriz?
Bu farklılık, dikkatimiz temsiliyet politikasına çevirmeli. Kim temsil ediliyor, temsiliyeti kim yapıyor? Özel kurumlara veya devlete ait olsun, medya toplumun bir kısmına neyin ‘haber’ olduğu ve neyin ‘yeni’ olduğu, dolayısıyla kamu söyleminin koşullarını koyma önceliği veriyor. ABD’den bir örnek vereyim. Vietnam yenilgisinin ardından, Washington’daki tüm müteakip yönetimler, savaşın sonuçları konusunda medyayı suçladı. Vietnam’da değil, evlerinde yenildiklerine inanıyorlardı. Medyayı ‘bizim vahşetimiz’e odaklanmak ve ‘onların vahşeti’ni görmezden gelmekle suçluyorlardı. Amerikan yönetimi için, Vietnam’dan alınan ders, medyanın dizginlerini elinde tutmaktı, eğer olmuyorsa da onu kazanmaya çalışmaktı. Paris saldırısının ardından sabah haberlerini izledikten sonra, bir misafir öğrenci, Boko Haram veya Yemen saldırısında can kayıpları Paris’tekinden daha yüksek olsa da, medyanın neden özellikle Paris’e odaklandığını konuşuyordu. Şöyle homurdandı: ‘Ben Charlie’yim. Beyazların hayatı önemlidir!’ Fakat somut gerçek şu ki, küresel mekân bu önyargıyı paylaşan zincirler tarafından domine edilmiş durumda.