Ajans Ada’yı kuran dört yakın arkadaştık (1975). Hasan Parkan, Zafer Ataylan, Ersin Salman, ben. Ersin Manajans’ta birlikteyken de, ayrılıp serbest çalıştığında da reklam filmlerinin yönetmeniydi, o nedenle onun Ada’daki işi belliydi. Ama üçümüz...
Üçümüz de ‘yaratıcı’ kökenliydik. Ada’yı kim yönetecek, yaratıcı bölümü kim üstlenecek, müşteri ilişkilerine kim bakacak?
Üç küçük kağıda bu işleri yazıp kura çektik. Zafer’e genel müdürlük, Hasan’a yaratıcı işler, bana müşteri ilişkileri düştü.
Müşteri ilişkileri... Bildiğim, anladığım iş değil. Ne var ki, birinin üstlenmesi lazım.
Başlangıçta çok bocaladık. Hasan umudu kesip ayrıldı. Derken, işler açıldı, Ajans Ada, hani derler ya, fırtına gibi esmeye başladı.
Bir gün Zafer geldi, Ersin’le bana, “Hadi gene iyisiniz, bir film şirketiniz oldu,” diye müjdeyi verdi. Atıf Yılmaz, Ömer Kavur, Yavuz Özkan’la film yapım işine girmişiz. Üç ünlü yönetmen... Aralarında yapımcı, şirket yönetiminden anlayan kimse yok. Bizim işimiz başımızdan aşkın. Lakin bir arkadaşımızın -bizden habersiz de olsa- verdiği söze, girdiği işe ‘Hayır’ deme anlayışımız da yok. ADAF böyle kuruldu.
ADAF tek bir film yaptı, Demir Yol. Yavuz’la Mahmut Tali Öngören’in senaryosunun toplantılar, görüşmeler, tartışmalar, danışmalarla biçimlendiği, bırakın sahneleri, her sözcüğü sol siyaset paydaşlarınca süzgeçten geçirilen, ortaklaştırılan bir film. Yavuz Özkan yönetiyor, başlıca rollerde Fikret Hakan, Tarık Akan, Sevda Aktolga, Neslihan Danışman. Filmin müziklerini Ergüder Yoldaş yaptı, marşlar, türküler, halaylar... Bugün izlense kimilerinin ‘Ne günlermiş!’ diyeceği, kimilerinin pek naif bulacağı bir film, o günlerin ortamında hemen yasaklanan bir film. Fikret’in bir sahnesi var: Bu işçi lideri, rayların arasında yürürken, bakınca ne görsün? Bir papatya! Orada, rayların ortasında! Fikret, yüzünde ağır bir muhabbet, rikkat(ler) içinde çiçeğe eğiliyor... Bir sahne ki, tadına doyulmaz, Bollywood filmlerinde dahi bulunmaz.
Demir Yol bir işçi-emekçi-grev-mücadele filmi. Devrimci. Çoğu Sapanca’da çekilen filmde senaryo icabı bir tren vagonu da yanıyor, yakılıyor. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Başerkek Oyuncu, En İyi Başkadın Oyuncu ödüllerini sarıp sarmalayıp götüren bir film oluyor Demiryol. Yıl 1979.
Yavuz Özkan Demiryol filmini Berlin Film Festivali’ne götürmüş. Ben Londra’dayım. Telefon üstüne telefon, “Mutlaka Berlin’e gel!”
Londra’dan Berlin’e uçtum. Akşam vakti. Havalanında Yavuz karşıladı. Yavuz öyle yalnız dolaşır mı? 15-20 kişilik bir grup da yanında. Sanki Kennedy geliyor Berlin’e, Kennedy çoktan rahmetli olmuş ama, sözün gelişi.
Havaalanından doğru bir Yunan lokantasına gidildi. Bol şamata, muhabbet, uzo(lar)...
Daha gece nerede kalacağım belli değil.
Grupta bir de bir doktor var, Doktor Ali. Berlin’de nükleer tıp doktoru. Geceyi onun evinde geçirmemize karar verildi.
Ben filmi biliyorum elbet, Berlin’i de biliyorum. Benim için festival havası yeni, bir de Yavuz’un çevresinde şıpınişi oluşan yurttaş kalabalığı...
Berlin’de kaç gün kaldım, şimdi aklımda değil. Belki üç, belki dört. Serbest günlerimizden birinde Doğu Berlin’e gitmek istedim, Yavuz da geldi benimle. İki amacım var: Hayallerimi süsleyen Berliner Ensemble’ı görmek, bir de kitapçılardan Progress Yayınları’nın İngilizce kitaplarını edinmek.
Berliner Ensemble gençliğin, gençliğimizin büyülü kurumlarından biri, şifalı bir isimdi. Deutcshes Theatre’ın kollarından biri olarak Berthold Brecht ve karısı tarafından 1949’da kurulmuş, Brecht’in başlattığı epik tiyatro akımının simgesi, Kabesi olmuştu. Yalnız biz edebiyat eğitimi görenler değil, dönemin tüm solcu gençliği Brecht adını, epik tiyatro akımını saygıyla, huşuyla ağzımıza alırdık. Cesaret Ana ve Çocukları, Sezuan’ın İyi İnsanı, Kafkas Tebeşir Dairesi, Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi, Üç Kuruşluk Opera, bildiğimiz, okuduğumuz, seyrettiğimiz oyunlardı. Müzikleri besteleyen Kurt Weill, şarkıları seslendiren karısı Lotte Lenya hayranlık duyduğumuz kimselerdi.
Brecht’in oyunlarından Yuvarlak Kafalılar Sivri Kafalılar’ı Can Yücel o bildiğimiz diliyle, tanıdığımız hınzırlığıyla Türkçe uyarlamış, adını Tak-Tik koymuştu. Timur Selçuk ise oyundaki şarkılara oyunun ve uyarlamanın ruhuna kıp diye oturan yorumlarla can vermişti. Badanacıların Türküsü, Nanna’nın Türküsü, Eldeki Bir Kuş, Mamanın Türküsü, Bir Böyüğün Türküsü aklımda kalan parçalar. Aralarında bir de Düğmenin Türküsü var ki, tıpkı ötekiler gibi, sözleriyle, icrasıyla unutulmaz:
Bir herif geldi belli enayi
Anlattı kekeleye kekeleye.
Miras kalmış babasından bi iyi.
Merak ediyormuş acep ağabeyi
Dürüst davranır mıymış ona diye.
Bir sebep var mı dedim pirelenmeye?
Koparıp gömleğinden bir düğme
Soralım bi dedim kör talihine
Faltaş ol aç gözlerini de:
Delikli yan gelirse üste
Bil ki bir malın gözü abiin
Ve sen kazığı çoktan yemişin
Açalım görelim ne ise falin...
Attım düğmeyi dedim yok şansın
Sen bu meraktan kurtulamazsın.
Kavat şike var bunda demez mi?
Alttan da üstten de delikli bu düğme!
Elbet dedim iki yandan da delikli
Ne yapalım oğlum bu işler böyle:
Gülmemiş talih gülmüyor yüzüne.
Geniş tut gönlünü ve yediğin kazığın
Üstünde sakin sakin otur ki
Kemal-i afiyetle yesin paraları
O itoğlu it ağabeyin.
Brecht’in, Can Yücel’in, Timur Selçuk’un Tak-Tik’ini duymadıysanız alın dinleyin. Şu karanlık günleri de çağrıştıran, yüzünüze tebessümler yayacak bir serüven sizi bekliyor.
Brecht’e, Weill’e, Lotte Lenya’ya böyle geçerken değinmek olmaz. Onları serüvenleriyle, önde gelen icracılarıyla ayrıca ve layıkıyla hatırlamak gerekir.
Önümüzdeki Pazartesi 19 Ocak. Kardeşimiz Hrant’ın aramızdan kopartılıp alındığı günün yıldönümü. 19 Ocak adaletin bir kez daha zindana tıkıldığı gündür. Toplanıp gene Hrant’ı anacağız. Hrant’ı anmak dünü hatırlamak, yaşatıldıklarımızı unutmamak, yarınımızı düşünmek demektir. Bunu biliyoruz.