Yetvart Danzikyan: Davutoğlu’nun “aile” yemeği

Yetvart Danzikyan, Davutoğlu’nun ruhani liderlere verdiği yemeği ve düşündürdüklerini yazdı: Bu görüşme elbette olumludur, verilen mesajlar olumludur. Ancak kabul etmek gerekir ki temsil meselesinde masanın öbür tarafında da bir gariplik var. Bir Başbakan olarak görüşmek elbette normal ama bunu bir “aile” yemeği haline getirdiğinizde bu ailenin nasıl bir aile olduğunu ve dışarıda kimlerin kaldığını sormak durumundayız.

2 Ocak Cuma günü Başbakan Davutoğlu şeylerle yemek yedi. Neylerle..Ehm, efendim, Türkiye’deki azınlık cemaati temsilcileriyle? Yok tam öyle değil. Gayrimüslim azınlık cemaati temsilcileriyle? Ki Anadolu Ajansı böyle demeyi uygun görmüş.. Eh tam öyle de değil, bunlar din adamı. üstelik de pek bir zincirleme oldu Müslüman olmayan azınlık cemaati temsilcileri. Zaten temsilci ile de meselemiz var. Neyse, muhataralı bir alan. Şu  kişilerle buluştu Başbakan Davutoğlu:

Ekümenik Patrik Bartholomeos, Rum Ortodoks Patrik Vekili Peter Stefanos, Türkiye Keldani Katolik Cemaati Ruhani Reisi Francois Yakan, Süryani Ortodoks Kilisesi İstanbul ve Ankara Metropoliti Yusuf Çetin, Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Prof. Mehmet Paçacı, Türkiye Süryani Katolik Patrik Vekili Yusuf Sağ, Ermeni Katolik Başpiskoposu Levon Zekiyan, Türkiye Musevileri Hahambaşı İsak Haleva ve Ermeni Patrik Vekili Aram Ateşyan.

Yemekte, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, İstanbul Müftüsü Rahmi Yaran ve Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem de bulunmuş.

Güzel. Sonuçta iyi bir şey. Verilen mesajlar da genel itibariyle olumlu. Peki neye takıldın diyeceksiniz, çünkü belli, bir şeye takılmış gibiyim. Açıkçası aslında AKP’ye özgü bir davranış olmamakla birlikte AKP ve bilhassa da Davutoğlu’ndaki “Osmanlıcı” damarın tam da buralarda kendine yeniden hayat ve meşruiyet bulması, ilk soru işareti. AKP’ye özgü değil dedim, önce onu biraz açayım. Evet şöyle bir durum var, Cumhuriyet’ten beri otorite, genel manada azınlık haline getirilen etnik bileşenleri dini bir cemaat olarak görmeye ve öyle tanımaya özen göstermiştir. Mesajlarını Patrikhane, Hahambaşı ve Metoropolitlere verir ve onları da cemaatlerini sözcüsü olarak görmeye, öyle anlamaya, cemaatlerin de öyle davranmasına gayret ederdi.

Görünüşte seküler bir anlayış içinde olmakla övünen eski devletin bu yöntemi, ona belli ki kolaylık sağlıyordu. Çünkü “temsil” meselesi dini ve dolayısıyla yumuşatılmış bir alana hapsoluyor, kiliselerde, sinagoglarda ayinler sürdükçe, patrikler, metropolitler, hahambaşılar seçildikçe bu cemaatler sorunsuz yaşıyorlarmış gibi görünüyorlardı. Bu elbette ki rejime büyük bir kolaylık sağlıyordu. Üstelik cemaat üyeleri de böylece kendi temsillerini ve “eşit”liklerini bu çerçevede görmeye alışıyor, kalan sorunlar ya gündeme gelmiyor ya da başka, daha üst bir mesele olarak anlaşılıyor, üzerine konuşulamıyordu.

Fakat elbette ki şu oluyordu: “modern” –sınıfsız, imtiyazsız- bir ulus inşa etmekle övünen Cumhuriyet bir Diyanet İşleri Başkanlığı oluşturarak resmi İslam’ı kendi tekelinde tutmak suretiyle laiklik ilkesini darmadağın etmekle kalmıyor, diğer etnik grupları da evrensel bir “cumhuriyet” ve modern devlet çerçevesinde yani “eşit” olarak görmediğini beyan etmiş oluyordu. Perde arkasında her türlü faşist uygulama eşliğinde elbette. Açıkçası Cumhuriyet rejiminin seküler olma iddiasının bu açıdan kapsamlı bir eleştiriye tabi  tutulmaması hala bir eksikliktir.

AKP göreve gelip iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra rejim ile hesaplaşma çerçevesinde bu konuda da adımlar attı. İnkar etmeye imkan yok.  Ancak şöyle tuhaf bir durumla karşılaştık bu kez. Cumhuriyet, yani eski devlet modern devlet olma iddiasında olmakla birlikte bu konuda nasıl ki ki dini temsili esas alıyor idiyse, AKP de Osmanlı’yı örnek alma çizgisi çerçevesinde yine dini temsili esas alıyordu. Dolayısıyla pratikte bazı şeyler değişmesine rağmen temel felsefede çok bir şey değişmiyor, hatta bu anlayış iyice kökleşiyor. Mesela şu sözler Davutoğlu’nun buluşma sırasında kameralara söylediklerinden:

“Otantik kültür gelenekleri bağlamında, dini gelenekler bağlamında ülkemizin bütün renklerini barındıran bu tablo bizim için önemlidir. Diğer taraftan da eşit vatandaşlık ilkesi bağlamında da bu tablo önemlidir. Hiçbir zaman biz, yurttaşlarımız arasında yurttaşlık temel ilkesi etrafında bir fark gözetmedik, gözetmeyiz. Hangi dini, mezhebi, etnik temelden gelirse gelsin bütün yurttaşlarımızın canı, malı, ırzı, aklı, namusu bizim için azizdir ve bütün dinlerde azizdir"

Dediğim gibi, mesajlar gayet olumlu. Ancak bütün bu meselenin “dini” cemaat ve dini temsil çerçevesinde söylenmesi, “eşitlik” meselesinin de hala modern devlet mantığı içinde konuşulmayıp otantik kültür gelenekleri, dini gelenekler bağlamında konuşulması, problemli bir sahada olduğumuz göstermiyor mu?

Öncelikle, diyelim ki Ermeniler, bu devlet için asli olarak nedir? Bir grup Hıristiyan mı? Evet Osmanlı böyle görebilirdi ama hala böyle görebilir miyiz? Elbette ki Ermeniler aynı zamanda Hıristiyandırlar ama öncelikle Ermenidirler. Kilise tabii ki onlar için önemlidir, Patrik tabii ki onlar için önemlidir. Ama bir kere din hepsinin de hayatını boydan boya kapsamaz. Dinle ilgisi olmayan, Hıristiyanlığı hayatında her şeyin önüne koymayan Ermeniler vardır ve hiç de az değillerdir. Aynı Rumlarda olduğu gibi. Aynı Yahudilerde olduğu gibi..

Üstelik, velev ki öyle olsun. Yani bütün bu saydığımız gruplar dindar üyelerden oluşsun. Yine de bu tür bir temsiliyet ve çerçeve sorunlu bir çerçeve olacaktır. Çünkü karşımıza böyle bir temsiliyette bir de şöyle bir sorun çıkmıyor mu?

Bu kişileri kim seçmiştir? Öyle ya, temsilci deniyor ama bakalım bu kişiler nasıl seçiliyor? Evet kimi Patrikler cemaat katılımıyla seçiliyor ancak bu tüm kesimler için geçerli değil ve üstelik –burası pek ilginç- Ermeni Cemaati aslında uzun süredir Patriksiz. Ağır bir hastalıkla mücadele eden Mutafyan görevini yapamaz halde ve şu anki Patrik, 7 yıldır vekaletle görevi yürütüyor. Dolayısıyla başta ima ettiğimiz durum aslına bakılırsa önemli bir noktayı işaret ediyor. Bu kişilere temsilci demek ne kadar doğru?

İkinci olarak: siz bu dini cemaat (azınlık demenin doğru olmadığını artık anlamış olmalıyız) temsilcileriyle “ne olarak” görüşmektesiniz? En büyük dini cemaatin temsilcisi olarak mı? Hayır? Seçilmiş ve dini temsille görünürde hiçbir ilgisi olmayan yürütmenin başkanı olarak. Şunu bir kez daha not düşmek isterim bu görüşme elbette olumludur, verilen mesajlar olumludur. Ancak kabul etmek gerekir ki temsil meselesinde masanın öbür tarafında da bir gariplik var. Bir Başbakan olarak görüşmek elbette normal ama bunu bir “aile” yemeği haline getirdiğinizde bu ailenin nasıl bir aile olduğunu ve dışarıda kimlerin kaldığını sormak durumundayız.

Burada gayet açık bir ima var. O da Davutoğlu’nun orada modern bir devletin temsilcisi olarak değil, aslında hakim din olan İslam’ın temsilini de içeren siyasi otoriteyi temsilen oturduğudur.  Yani burada bir Osmanlı sistemine dönüşün neredeyse tüm ipuçlarını görüyoruz. (Yeşilköy’de yeni kilise inşasına izin verilmesi ve bunun ilan edilmesi de bu çerçevede değerlendirilmeli. Bu, neden Başbakan’ın işi?)

Bu tüm yukarıda saydığım problemlerin ötesinde bana kalırsa daha büyük bir probleme daha işaret ediyor. Artık tüm meseleleri “din” ekseninde konuşmaya başlıyor olmamız. Türkiye’deki kamusal hayatta bilhassa da eğitim hayatında “din” nasıl ki her şeye ve her yere nüfuz ediyorsa, ve bu gayet tatsız bir gidişata işaret ediyorsa, toplumsal ilişki biçimlerini de Müslüman olan-Müslüman olmayan çerçevesinde görmeye başlıyoruz. Dolayısıyla çoğunluk artık otorite tarafından “dindar” bireyler ve “dindar olmayan bireyler” olarak kodlanırken, kamusal hayat buna göre yeniden inşa edilirken, azınlıkların da Müslümanlar-Müslüman olmayanlar kodlaması içinde anlaşılması ihtimali var.

Bu, yani bu azınlık politikası, kimilerine göre geride bıraktığımızı düşündüğümüz eski devlete göre daha iyi bir aşama. Çünkü vakıf mallarının bir kısmı iade ediliyor, dil eskiye kıyasla yumuşadı vs. Ancak bu eskiye kıyasla bir yumuşama olmakla birlikte bir “ilerleme” anlamına gelmiyor. Zira 2015 yılında gelebileceğimiz yer insanların hem –yani, istediklerinde- hiçbir şey olmadan, ”birey” olarak eşit bir muamele görmesi, hem de dini temsiller dışında da temsil bulabilmesi ve bu çerçevede de hak arayabilmesidir. Bunun dayanağı da otantik gelenekler, o hayli flu  ve yoktan varedilmiş izlenimi doğuran kadim medeniyetler argümanları değil, anayasal ve yasal güvencelerdir. 



Yazar Hakkında

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE