Dostlarımdan tek tek ayrıldığım yaştayım. Benden yirmi yaş büyüktü, ağabeyim de sayılır. 22 yaşımdayken tanıdım onu ve ailesini. 1962-1967 yılları arasında, Türkiye İşçi Partisi’nin Şişli İlçesi’ni birlikte ‘kurduk’. Önce Levent’teki evinde toplanırdık. Parasızlık en büyük sorunumuzdu. Moskova’dan para aldığımız herkesin ağzındaydı ama babamdan aldığım harçlıkla öğrencilik yapan ben, o çevrenin en zenginiydim; gerisini siz düşünün! Partiye gelir sağlamak için, biri, Rasih Bey’in bahçesinde çiçek yetiştirmeyi önermişti. Öneri gerçekçi bulunmadı ve oy çokluğuyla reddedildi.
Rasih Bey ve Bedia Hanım’ın evi benim evim gibi olmuştu. Haftanın birkaç günü oradaydım. Sonra sevgilim/eşim de katıldı bize; büyük bir aile gibi olduk. Rasih Bey’in annesi eşimle özel bir ilişki kurmuştu. Onlar aralarında Rumca konuşurdu. Şimdi bu eski zaman hanımefendisiyle daha yakından ilgilenmediğime, onunla uzun uzun sohbet etmediğime hayıflanıyorum. Biz erkekler sosyalizmi tartışırdık, partinin programını ve Türkiye’nin kurtuluşunu. Etrafımızda küçükler oynaşırdı: Leyla, Suphi ve Mehmet.
Gerçek bir Osmanlı
Günümüzde sahteleri çıktı; hayali bir Osmanlı geçmişine sığınan milliyetçiler, hatta ırkçılar. Rasih Bey’in ‘soy’u Anadolu ve Balkanlardandı. Ailenin bir ayağı Epir’de, bir ayağı Adana. Annesinin Rumcası Yanya yıllarından kalmaydı. 1999’da İsveç’te bir Balkan toplantısında Arnavut bir büyükelçi tanımıştım (yanılmıyorsam Jusuf Vrioni, 1916-2001). “Bir dostuma çok benziyorsunuz” demiştim. Hem yüz hatları, hem de konuşma biçimi aynen Rasih Bey’di. Meğerse amcaoğluymuşlar! Rasih Bey’de teyit etti en doğal bir biçimde: “Ha, o mu, akrabayız tabii!” Sonra Yunanistan’da yaşayan yakınlarını tanıdım. Enternasyonalizmi seçimi değildi, kendisi doğuştan öyleydi.
Yaşam biçimi ne proleter, ne köylü, ne burjuva, ne Doğulu, ne de Batılıydı; soylu Osmanlıydı belki. Parasız olduğu yıllarda da, sonrasında sattığı ‘eski topraklar’la durumunu düzelttiği zamanlarda da, yaşam temposu hiç değişmedi. Bir klasik aydının yaşamıydı. Dış görünüşe önem vermez, haysiyeti ahlakta ve tutarlılıkta arardı sanki. Bir sınıfın özelliğiydi ‘honneur’ ve ‘dignité’. Parayla bütünüyle ilgisizdi, bu değerler çevresinde. İdeolojisine böylesine sadık kalması bundandı belki. Şimdilerde bıçkınlık, bu tür anlayışları safdışı etti, Osmanlı üst sınıflarıyla birlikte.
Sınıf değiştirmiş gibi davranırdı. Örneğin, kasket giyerdi bazen. İşçi sınıfından yanaydı ama dört dil konuşması, yılbaşında Bedia Hanım’la tango yapması, peynir ekmek de olsa gümüş çatal-bıçakla yemesi, onu farklı kılıyordu. Ben bu yanını sevdim. Başka türlüydü, hoştu, çarpıcı, canlıydı; ama en başta kendisiydi. Bedia Hanım’ı unutamam Gültepe olaylarında (9 Aralık 1962). TİP binasına taşlı sopalı saldırdıklarında onu arka pencereden kaçırtmıştık. Üstünde astragan mantosu vardı. Bu kürk mantoyu yadırgayanlar olmuştu ama ben giyecek başka bir şeyi olmadığını biliyordum. Yok olmakta olan bir sınıftan olmak bu demekti. O gün bir taş Rasih Bey’in burnunu kırmıştı. Kanlı mendilini zengin koleksiyonuna dahil etti. Sanırım ilerde, Türkiye’de sosyalizmin nasıl kurulduğunun tarihini yazmak için belge topluyordu.
Türk solunun içinde hep militan kaldı. O çevrenin saygısını da kazandı, hışmına da uğradı. Çünkü çok ‘farklı’ydı. Kimileri onun kültürel mirasını hiç anlamadı. Beden dilinden konuşma adabına, onda bir ‘tuhaflık’ hissedenleri gördüm etrafında. Oysa o az bulunan son Osmanlılardandı. Bu mirası bugün gündeme getirenler, övenler veya dışlayanlar olabiliyor. Ama korkarım anlayan çok az.
Levent’te ev değiştirince, mesafe kısa diye, eşyaları bir evden bir eve benim Vespa’mla taşımıştık. En ağır eşyayı bile Vespa’nın arka tarafına yüklemiştik; ben motosikleti ağır ağır sürerken, Rasih Bey yanımda koşarak, eşyayı öteki ucundan tutup dengeliyordu. Masif eşyası ve binlerce kitabı yüzünden, eski tip büyük daireleri seçmeye mecburdu. Sonra Feriköy’e taşındılar. Sonra da Galata/Tünel’e, Serdar Ekrem Sokağı’ndaki Doğan Apartmanı’na. Bu tarihi apartmanın ilk adı Helbig, sonra Botton Han olmuş. Vaktiyle üniformalı, beyaz eldivenli kapıcıları varmış bu binanın, Rasih Bey’in anlattıklarına göre. Bu dairelerinde çok kaldım. Aynı Mualla Eyüboğlu ile Robert Anhegger 1964’ten beri o apartmanda yaşıyordu; daireleri müze gibiydi. Rasih Bey’inki de kütüphane ve arşiv gibi.
Rasih Bey’in gidişiyle ben ‘bir dönem bitti’ duygusunu yaşadım. Apartmanın hikâyesi de aynı mesajı veriyor. Yeni Türkiye’deyiz artık. Eski dostumun Şehir dergisinde çıkan bir eski röportajında alıntıyla vedalaşayım onunla ve eskilerle (15 Mayıs 1988): “Bu apartmanda iki tür Hotanto var. Köyden gelenler iyi insanlar, hoş insanlar. Ama ne bileyim, çocukları büyük ihtiyaçlarını rahatlıkla apartmanın girişine yapabiliyorlar. İkinci cins Hotantolar üniversite görevlisi, paralı, kültürlü insanlar. Onlar da düzeni değiştirmeye uğraşıyorlar. Apartmanın canlı bir varlık olduğunu gördükleri yok. Pencereleri değiştiriyorlar, kendi dairelerini güzelleştireyim derken binanın çehresini bozuyorlar. Nasıl anlatayım size, mesela Bedrettin Dalan’da Boğaziçi diye bir kavram yok. Boğaza beton döküyor. Eğer Dalan Venedik Belediyesi’nin reisi olsaydı şüphesiz kanalları kokuyor diye doldurur, Pisa Kulesi’ni düzeltmeye çalışırdı. İşte bunlar da öyle.”