“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum”
Cemal Süreya
“Babam” derdi bana, babam.
Kendisi altı aylıkken vurdukları için babasını, “baba” diyememişti kimseye; o yüzden “babam” diye severdi, babasının adını taşıyan oğlunu.
Kallavi Sokak’taki dükkânını hatırlarım. Cumartesi günleri oraya gitmek için 10 yaşındayken evden kaçmışlığım var. Ahşap tezgâhlarını, cansız mankenleri, mezuraları ve deri kokusunu hatırlarım. Babamın neşeli olduğu zamanları... Cumartesileri babama gitmemin en önemli nedeni Balık Pazarı’nda yapılan alışverişti. Hâlâ her mezeciye girişimde onun tavsiyelerine uyarım. “Pastırmanın yazılısını, yağlısını alacaksın, yağsız pastırmayı pastırmadan anlamayanlar sever” derdi mesela. Pratik yemek tavsiyeleri de vardı. Mesela, misafir için yapılan dolmalardan çalacaksan, belli olmasın diye tüm sırayı yemen gerektiği gibi... Ama her ikimiz de birer sıra çalınca, misafire çıkaracak dolma kalmadığı da olmuştur.
Hiç yalan konuştuğunu duymadım, ama yasak olmasına rağmen yediği baklavaların fişleri cebinden çıkana kadar, reddederdi yediğini.
Cumartesi günleri, ellerinde paketler, öğle rakısına oturturdu arkadaşlarıyla, İmroz Meyhanesi’nde. O sofrada oturmak en keyifli oyundan daha önemliydi benim içim. Artık İmroz Meyhanesi’ne gidebileceğimi sanmıyorum.
Garip anıları vardı. Humphrey Bogart’a özenip fötr şapka ve pardösüyle Karaköy Köprüsü’nden Paşabahçe vapuruna binip, vapurdaki Amerikan barında içtiği kaçak viski içmesi gibi... 6-7 Eylül’de dedesiyle kilisenin kapısında nöbet tutup, yağmaya gelenleri içeri sokmamaları gibi...
Okuduğum kitaplardan kaygılanıp, ‘doğru’ kitapları sağa sola bırakmak gibi korumacı tavırları da vardı ama 15 yaşında ‘Suç ve Ceza’yı okumak da zor geliyordu bana.
Çok kızardı, her şeye kızabilirdi. Televizyondaki konuşmacılarla kavga ederdi, reklamlarla kavga ederdi, komşularla, mamamla, hatta kendisiyle bile kavga ederdi. Büyüdükçe ona benzedim galiba. Artık anlıyorum ki, aslında kavgayı severdi.
Cemaate kızarsa “Oğlum, bizden bir halt olmaz, hepimiz kılıç artığıyız zaten” derdi ama her güzel şeyi mutlaka bir yerinden Ermenilere bağlardı. Sinemada onu taklit ederek başladım, bütün filmlerin bitiş yazılarını okuyup, ‘yan’ la biten bir soyadı bulma oyununa.
“Yemek yerken yemekten konuşuyorsa kesin Ermeni’dir” derdi. Tanıştığı kişilerin memleketleri, öğrenmesi gereken en önemli ayrıntıydı. Biraz sevdiği biriyse, memleketinden yola çıkıp mutlaka ‘ortak’ bir yön bulurdu. Kimsenin kıramayacağı önyargıları vardı.
‘From Here to Eternity’ (Buradan Sonsuzluğa), en sevdiği filmdi. Sinatra’nın, ölen arkadaşının arkasından trompet çaldığı sahnede defalarca beraber ağlamışlığımız vardır. Ağlamaktan utanmazdı.
Artık yürüyemez hale geldiğinde bile mutluydu. Ada’da bahçesinde oturup gelen geçene laf atmak yeterli oluyordu mutlu olmasına.
Ben babasına onu ne kadar sevdiğini söyleme fırsatını bulan, şanslı evlatlardanım.
Gözlerinde sevgiyi hep görürdüm ama iyi bir şey yaptığımda, gözlerinde gördüğüm gururu anlatmaya kalemim yetmez. Artık onun gururlandırmayacaksa, iyi bir şey yapmamın ne önemi var ki...
“Ben hayatta en çok babamı sevdim” demiş ya Can Yücel, ben o kadar büyük konuşmayacağım belki ama ben babamı çok sevdim. Onun beni sevdiği kadar olmasa da, çok sevdim.
Şimdi, günün en yoğun ânında, ki emin olun en yoğun ânı yakalamakta üzerine yoktu, defalarca arayıp Hacı Bekir’den çifte kavrulmuş lokum istemeyeceğini düşünmek yüreğimi sıkıştırıyor.
Rahat uyu babam...