YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Devlet dediğin, bir ‘mekanizma’

6-7 Ekim’den, yani Kobanê için sokağa çıkıldığı ve 40’ı aşkın kişinin hayatını kaybettiği dönemden bu yana AKP’nin ve siyasal Kürt hareketinin farklı nedenlerle ‘süreç’i zora sokmasıyla yepyeni bir aşamaya geldik. Ama bu noktaya gelmeden, iki cephenin ‘süreç’i zora sokmasına açıklık getirelim. KCK başta olmak üzere, siyasal Kürt hareketi, 6-7 Ekim öncesinde “Kobanê için adım atılmazsa süreç zora girer” derken, AKP 6-7 Ekim sonrasında oluşan ortamı gerekçe gösterdi ve süreci zora soktu, daha doğrusu askıya aldı. Şu notu düşmekte fayda var: Siyasal Kürt hareketinin süreç ve Kobanê ile ilgili talepleri meşrudur, zira devlet ile Kürtler arasında cereyan eden süreç, ‘asimetrik’ ilerlemektedir, buna bu sütunda ve başka mecralarda defalarca dikkat çektim. Bahsettiğim denklem de bu düzlemde yürüyor, ancak dikkat çekmek istediğim durum başka – iki cephenin farklı gerekçelerle ‘süreç’i zora sokmasıyla geldiğimiz durum.

Ürpertici bir hızla başka bir aşamaya geçtiğimizi görmemek imkânsız. 6-7 Ekim döneminde Bingöl’de öldürülen polislerle ilgili muammayla başlayalım. Saldırıdan sonra, dört ya da beş kişi (sayıyı bilemiyoruz) güvenlik güçlerince öldürülmüş, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanı, bu olayı, skandal bir biçimde, “Hemen cezalandırıldılar” sözleriyle lanse etmişlerdi.

Baştan beri olayın iktidarın sunduğu gibi cereyan etmediği yönünde çok fazla karine olmasına rağmen, iktidar tutumundan vazgeçmedi; üstüne üstlük, olayla ilgili yayın yasağı getirdi. Konuyla ilgili soru önergeleri cevapsız kaldı, resmi anlatıdaki boşluklara dikkat çeken açıklamalar medyada fazla yer bulmadı, yetkililerce cevaplanmaya değer bulunmadı. Ve şu gün itibariyle anlıyoruz ki, saldırının failleri oldukları gerekçesiyle öldürülen ve öyle lanse edilen kişilerin üzerinden çıkan silahların, polislere yönelik saldırıyla bir ilgisi yok. Zaten olaydan beş dakika sonra 20 kilometrelik bir mesafede olmaları da, baştan beri şüpheyle karşılanmıştı. Özetle, bir muammayla karşı karşıyayız. Bunu zaten biliyoruz ama buradan çıkarılacak sonuç? Oraya da geleceğiz.

Aynı dönemde işlenen birçok başka cinayetin failleri de hâlâ bulunamadı. Yasin Börü gibi gençlerin gaddarca öldürülmesi üzerindeki karanlık olanca ağırlığıyla dururken, Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazetelerinin dağıtıcısı Kadri Bağdu’nun Adana’da ensesinden vurulması da, aydınlatılmamış bir vaka olarak önümüzde durmakta.

6-7 Ekim döneminde güvenlik güçlerinin silahlarından çıkan mermilerle hayatını kaybedenler hakkında da herhangi bir adli gelişme yok.

Aksine, dönem boyunca, AKP’nin her fırsatta, her platformda, HDP’yi suçladığına tanık olduk. Biliyoruz, AKP bunu severek yapıyor ve muhtemelen bir silah olarak düşünüyor – süreç her zora girdiğinde HDP ve siyasal Kürt hareketini bir kum torbası haline getireyim, böylece iki şey elde edeyim: a) siyasal Kürt hareketini köşeye sıkıştırmak, herhangi bir pazarlıkta vereceğinin de altına razı etmek b) Süreç nedeniyle ola ki seçmende bir hoşnutsuzluk varsa, bunları telafi etmek. Ağırlıklı hesabın ilk madde olduğunu söylemek mümkün. Böylece, siyasal Kürt hareketinin bir linç havası estirilerek sindirilmesi planlanmakta, besbelli.

Kürt hareketi, bir-iki yıldır gördüğümüz üzere, kimi zaman sürecin selameti açısından, kimi zaman da şartları süzerek, bu saldırgan politikaya her seferinde aynı dozda karşılık vermedi. Ancak 6-7 Ekim sonrası olup bitenler artık açıkça bir ‘doz aşımı’ özelliği taşımaktaydı. Bu yüzden, milletvekilli Sırrı Süreyya Önder, bir basın açıklamasıyla, bilhassa Başbakan Davutoğlu’nun sözlerine yanıt verdi. Bundan tam bir gün sonra HDP binasına giren bir saldırgan, bir partiliye bıçakla saldırdı, boğazını kesmeye kalktı. Selahattin Demirtaş’a yönelik sözlü saldırı da AKP medyasında geniş bir onay, destek buldu, şevkle karşılandı.

Dolayısıyla, memlekette iç savaş kışkırtıcılığı yapanın kim olduğunu ve asıl tehlikenin nereden gelebileceğini bir kez daha gördük.

Tam burada filmi biraz geri saralım. Bu olup bitenlere Öcalan’ın mesajları eşlik etti ve bu mesajlar bir tartışmayı tetikledi. Öcalan 6-7 Ekim’le birlikte oluşan durumun provokasyonlara açık olduğuna dikkat çekti ve gelişmelerin bir darbeyle sonuçlanabileceği uyarısında bulundu. ‘Darbe’ ve ‘darbe mekaniği’ konusundaki tartışmalara girmek niyetinde değilim ancak tüm bu olup bitenler bence şunu gösteriyor:

Bilhassa, AKP’nin süreci uçurum kenarında, Kürtleri ‘tedip, tenkil’le tehdit ederek yürütmesi ve güvenlikçi argümanı genişletmesinin; daha da önemlisi, karanlık işlere girmesi ya da bu karanlık işlerin üstünü örtmesinin iki sonucu olacaktır: a) Kendisi eski devletin yerini alacaktır, b) Klasik devlete de yeni bir alan açılacaktır.

İkinci seçenekle ilgili olarak denebilir ki, artık her şey AKP’nin talimatıyla yapılıyor, devlete tamamen hâkim olan AKP’dir. Öyledir elbette. Ancak söz gelimi, TSK’nın komuta kademesi AKP’nin suyuna gidiyor diye, tüm TSK’nın ve tüm o mekanizmaların AKP’nin emrine girdiğini düşünmemeliyiz. Devlet olduğu yerde duruyor. Darbe yapamayabilir, bunun iç ve dış koşulları mümkün değildir, ama klasik devlet, at izinin it izine karıştığı ve en önemlisi, iktidarın ‘böylesi’ni tercih ettiği bu tür süreçleri sever.

Dolayısıyla, bir darbe beklentisi gerçekçi olmasa da, AKP’nin klasik devletin rolüne soyunup, oyunu bu gri ve puslu alana taşıması, sadece sürecin değil, her şeyin kontrolden çıkmasını getirir – ki durum zaten yeterince kontrol dışı.

Velhasıl, 10 saatlik MGK toplantıları, karanlık cinayetler, Genelkurmay’ın sesinin artık daha sık çıkıyor oluşu, şu dönemde AKP’nin işine geliyor olabilir. Belki de tek meseleleri, bütün bu ‘devlet’in kendilerine bağlı olmasıydı. Ama devlet dediğin, bir ‘mekanizma’; bazen durur, bazen çalışır. Bizden söylemesi.