Radikal’den Tarhan Erdem üstadım, Davutoğlu’nun kendisini şaşırttığını yazdı (link). “Mütevazı, etrafına saygılı, kibirsiz, uygar, Batılı” olarak tanıdığı profesörün, başbakan olduktan sonra “alçak”, “hain”, “kaos peşindeki yarasalar” diye konuşmaya başladığını söyledi. “Karşısına aldıklarına bir küfür etmediği kaldı” dedi. Bu üsluplardan hangisinin gerçek olduğunu anlayamıyordu.
Tabii, bu listeye başka eklemeler yapmak mümkün: “Teröristler bir iki saat içinde cezalandırıldı”, “Yakılan her TOMA’nın yerine beş-on TOMA alacağız”, gibi. Ama benim söyleyeceğim başka:
T. Erdem’in yazdıkları İç Politikada Davutoğlu’na ilişkin. Ben Dış Politikada Davutoğlu’nu 2003’te danışman olduğundan beri izleyerek bu iki insan arasında şaşırtıcı bir simetri tespit ettim.
Gündelik lisanla söyleyeyim: Aynen T. Erdem’in iç politika için söylediğine benzer biçimde, işin başında Davutoğlu dış politikada hiç görülmemiş derecede İYİ idi, şimdi hiç görülmemiş derecede KÖTÜ.
BAŞLANGIÇTA DAVUTOĞLU DIŞ POLİTİKASI
2011’e kadar Davutoğlu’nun dış politikası, Türkiye’de emsali görülmemiş derecede parlak oldu. Bunu defalarca yazdım.
Bir kere, eski yönetimlerin aksine Ortadoğu Arap ülkelerini dışlamayan ve aşağılamayan çok yönlü aktif bir politika başlattı. İkincisi, bu politikayı alışılmış askerî tehdit yaklaşımı yerine, yumuşak bir yaklaşımla uygulamaya koydu. Karşılıklı olarak vizeler kalktı. Komşularla daima gergin olmuş ilişkiler adım adım düzeldi.
Düzelince, müsait uluslararası ortamı da arkasına alan dış politika, yurt dışında büyük takdir toplamaya başladı.
Saymakla bitmez: Türkiye 2008’de rekor bir 151 oyla ilk turda Güvenlik Konseyi’ne seçildi. Davutoğlu’nun Ermenistan’la 2009’da yaptığı protokoller başlı başına bir olay oldu. AB’den övgü dolu demeçler gelmeye başladı. Türkiye, küresel ekonomide başarının sembolü olan G-20’ye dahil oldu, yükselen MİST grubu ülkelerle anılmaya başlandı. Hem Müslüman hem de laik-demokratik oluşu sayesinde dünya için büyük umut veren “model ülke” ilan edildi. Meşhur 2010 İran nükleer anlaşmazlığında Brezilya’yla birlikte arabuluculuk yaptı. Suriye ile İsrail’i bile uzlaştırmaya girişti. Sadece 2009-2012 arasında 29 yeni büyükelçilik ve başkonsolosluk açtı.
Bir özel bilgi vereyim: Şimdi büyükelçi pozisyonunda olan eski öğrencilerimden direkt biliyorum, büyük devlet büyükelçileri onları arayıp “hamil-i kart” talep etmeye başlamışlardı, bulundukları azgelişmiş ülke hükümetleri nezdinde yapacakları kimi girişimler için.
Sonra, 2011’den itibaren Türk dış politikası bugünkü durumuna kafa aşağı yuvarlandı. Ama buna geçmeden önce, bu büyük başarının taşlarına kısaca bir göz atalım ki, başarısızlığı anlamaya yardımcı olsun.
BAŞARININ TEMEL TAŞLARI
Tabii, Türkiye’nin 2004-2011 döneminde Üçüncü Dünya’ya 5,5 milyar dolar dış kalkınma yardımı dağıtmasının rüzgarını arkaya almak önemliydi ama, Davutoğlu politikasının çok başarılı olmasının esas sebebi, profesörün doksan bir baskı yapan ünlü kitabı Stratejik Derinlik’te hiç geçmeyen, yayından sonraki yıllarda geliştirdiği kavramları uygulamaya koyması oldu:
1) Olayların ardından koşan dış politika yerine, olaylar çıkma eğilimi gösterdiğinde harekete geçen “proaktif” dış politika;
2) Bu politikanın uygulayıcısı olarak, tehdit yerine “Yumuşak Güç”. Yani Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) yardımları, Yunus Emre Kültür Merkezleri, Diyanet, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın (YTB) “Türkiye Bursları”, (şimdi AKP’nin şeytanlaştırdığı) F. Gülen Hareketi’nin 130 ülkeye yayılmış “Türk Okulları” ve ayrıca TUSKON gibi işadamı lobileri. Ve tabii, popüler kültür: TV’nin pembe dizileri;
3) Bu yumuşak güç sayesinde erişilen “Komşularla Sıfır Sorun” noktası. Özellikle de, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hep tehditle yaklaştığımız Suriye’yle artık içtiğimiz suyun ayrı gitmemesi.
“STRATEJİK DERİNLİK”
Bazılarının sandığının aksine Davutoğlu’nun başarısı, ünlü kitabında yazdığı şeyleri yapmasından değil, yapmamasından kaynaklandı. Çünkü o kitap komşular için rahatsız edici şeylerle doluydu. Mesela, Türk Dış Politikası (İletişim Yayınları) Cilt III, s. 137-138’de Herkül Millas şunlara dikkat çekiyor:
Kitap, “Osmanlı bakiyesi” yani Osmanlı’nın ardılı olarak sadece Müslüman ülkelerden söz ediyordu; Hıristiyan devletler devre dışıydı. Müslüman olanlara da çok tepeden, 1990’larda Orta Asya’da ciddi reaksiyon yaratmış olan “Ağabey” tavrıyla, Dersaadet’ten bakar gibi bakıyordu (s. 143-149).
Nazi Almanyası’nın yayılma gerekçesi olarak kullandığı “Yaşam Alanı” (lebensraum) kavramı açık açık Türk dış politikası için kullanılmıştı (s. 102-118). Kıbrıs’ta tek Müslüman olmasa bile, Türkiye yaşam alanının kalbinde yer alan böyle bir adaya kayıtsız kalamazdı (s. 176, 179). Balkanlarda Müslüman azınlıklarla ilgili müdahale hakkı vardı (s. 123). Trakya’nın savunması, Balkanlar’da sınır ötesi oluşturulacak etki alanlarından geçmekteydi (s. 55).
Bütün bunlardan çıkan sonuç, coğrafyadan kuvvet alan görkemli tarihsel geçmişi sayesinde “kurucu ana unsur” olan Türkiye’nin, bölgesel güç’ün çok ötesinde bir “küresel güç” olduğu, bir “Pax Ottomana” tesis etmeye yazgılı bulunduğuydu.
Bununla birlikte, Davutoğlu’nun AKP iktidara gelmeden önce, 2001’de yayınlanmış bu kitabı AKP için fevkalade önemli oldu. Çünkü partiyi iktidar yapan Anadolu kasaba kapitalizminin ihracata yönelmek sayesinde yükselen ama ne yapması gerektiğini kestiremeyen gücüne bir ruh üfledi: MAZİnin, yani Osmanlı mirasının yüceltilmesi yoluyla parlak İSTİKBAL.
Ne gibi, aynen 1930’larda Türk’e moral vermek için yapılan “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” enjeksiyonu gibi. Ama o dönemde “Eti” diye yeniden vaftiz edilen Hititler üzerinden yüceltilmek istenen “altın geçmiş”, İslam’ın yoğun etkisi altındaki Türkiye insanına fazla soyut, fazla uzak, buz gibi soğuk gelmişti. Hatırası henüz belleklerde olan Osmanlı’ya dayanmıyordu ve bu yüzden de kitlelerin kendilerini güçlü hissederek tatmin olma ihtiyacını hiç karşılayamamıştı.
Eğer Davutoğlu’nun dış politikası bu kitaba dayansaydı, AKP’nin dış politikası daha işin başında kötüye giderdi çünkü Balkan ve Ortadoğu gerçekleriyle taban tabana zıttı: Osmanlı’dan Batı sayesinde koparak kurulmuş Balkan ve özellikle de Ortadoğu devletleri başlarına yeni bir Türk-İslam Ağabey almaya hiç hevesli değildiler.
ŞALTER İNİVERDİ
2000’lerin ikinci yarısında yaşadığımız Türk dış politikasının şimdiye kadar görülmüş en başarılı döneminin ardından, Türk dış politikasının şimdiye kadar görülmüş en fiyaskolu dönemi başladı. Arap Baharı 2011’de patlak verince, sanki şalter birdenbire indirilmiş gibi oldu. Peri masalı sona erdi.
Çünkü bu yüzde yüz farklı ortamda proaktif politika bütün hızıyla devam etmiş, ama Sert Güç’e inanılmaz bir geri dönüş yapılmıştı. Ve tabii, amaçlananın tam tersi sonuç elde edilmişti.
Saymakla bitmez; Gürcistan ve Bulgaristan hariç, sorunsuz komşumuz kalmadı. Protokollerini çöpe attığımız Ermenistan’la, toprak bütünlüğü meselesinden Irak’la, iç işlerine karıştığımız Mısır’la, boğazlaştığımız İsrail’le, dışladığımız tüm Batı dünyasıyla, özellikle de yönetimini her türlü şiddet kullanarak düşürmeye giriştiğimiz Suriye’yle birbirimize girdik.
Son olarak, rehineler meselesinde Danimarka’yla tokuşuyoruz (link), doğalgaz meselesinde de Kıbrıs ve Yunanistan’la. İsrail ile Rusya bu ikisinin yanında askerî tatbikata katılıyor (link). En önemli Ortadoğu ülkelerinde büyükelçimiz yok: İsrail, Mısır, Suriye. Libya’da da. Ermenistan’la diplomatik ilişki bile yok. AB ve ABD’nin yâ sabır çektiği noktadayız. Yeniden Güvenlik Konseyi üyeliğine başvurduk, bu sefer hezimet: 60 oy.
Baş düşmanımız da, söylemesi bile ayıp kaçıyor, lime lime olmuş Suriye. 2011 sonrasında iç politikada Tek Adam’a dönüşen ve 17-25 Aralık başta olmak üzere her şeyi kendisine darbe olarak görmeye başlayan Erdoğan, dış politikada da Tek Nokta’ya taktı: Esad’ı darbeyle düşürmek.
Uluslararası ilişkiler profesörü Başbakan Davutoğlu da aynı fikirde: Türk askerini karadan Suriye’ye sokmayı, Esad’ın düşürülmesi şartına bağlıyor (link).
Bu arada, IŞİD’e Esad’ı düşürsün diye malum silah yardımları gitti, katiller sürüsü teşekkür olarak Musul Başkonsolosluğu’nu rehine aldı. Ama Suriye ve IŞİD fiyaskoları tek başına hiç önemli değilmiş meğer, çünkü gelip bir de Barış Süreci’nden, yani kalbimizden vurdu. Türkiye, komşulardan geçtim, bizzat kendisiyle sırf sorun durumuna düştü. El-aleme de rezil olduk, ne dedikse on gün sonra tersini yaparak. Bir ülke yönetilemezse, ancak bu kadar yönetilemez.
Davutoğlu’nun gerçek üslubu hangisi? T. Erdem üstadım iç politikada anlamıyor, ben dış politikada anlamıyorum. Anladığım tek şey, böyle gidemeyeceği.