YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Cumhuriyet dediğin bir kap, içini sen dolduracaksın.

Karaman’daki maden kazası (ki buna kaza demek zor, cinayet diyelim) nedeniyle iptal edilen Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılsaydı, muhtemelen şöyle bir manzarayla karşı karşıya kalacaktık: Bir kere, kutlamalar Atatürk Orman Çiftliği arazisine yapılan yeni Cumhurbaşkanlığı sarayında, yani Ak Saray’da yapılacaktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresi muhtemelen kutlamaların burada yapılmasıyla şu mesajı vereceklerdi: İşte halk ilk kez cumhurbaşkanının seçmiştir, dolayısıyla Türkiye’de bir dönem kapanmıştır, bu yeni bina da işte bu yeni dönemi temsil etmektedir vs.

AKP’ye bağlı medya ve yazarlar vasıtasıyla bu görüş katlanarak yayılacak, tüm haber kanalları ve normal kanallar resepsiyondan canlı yayın yapacaklar, binanın tüm özelliklerinin ve bu mesajların, toplumun tüm gözeneklerine gittiğinden emin olunacaktı. Böylece şekilsel bir değişiklikle öze ilişkin bir değişiklik yaptığımızı zannetme, daha doğrusu bunu böyle pazarlama alışkınlığımız hiç değişmemiş olacak, toplumun bir kısmı önemli bir devrim gerçekleştirildiği ve eski devletten kopulduğu hayaliyle sıcak yataklarının yolunu tutacaktı o gece. Fakat bu, tabii, belirli bir kesim için geçerli olacaktı. Cilayı biraz kazıdığımızda ise şunları görecektik:

Öncelikle, o devasa yapının hangi vasfıyla ‘eski devlet’ten kopuşu simgelediğini anlamak zor olacaktı. 1930’ların, 40’ların mimarisini hayli hatırlatan, devasalığıyla insanı ezen bu iri ve çirkin binayı ‘Otoriter Kemalizm’den ayıran, tavan ve duvarlardaki Osmanlı ve Selçuklu motifleri miydi? Bu birkaç fırça darbesi eski devletten kopmaya yetiyor muydu? Binanın yapılışındaki hukuksuzlukları, mahkeme kararlarını, binaya harcanan dev bütçeyi, binanın bir ormanın içine yapılmasını ve Ankara’daki yeşil dokunun bir kez daha tahrip edilmesini bir kenara bırakalım şimdilik. (Bunlar bir kenara bırakılacak gibi değiller ya...)

Eski devletin binalarıyla aynı düzeyde, hatta onlardan daha zevksiz bir bina yapıp, içine birkaç Osmanlı ve Selçuklu motifi yerleştirmek, Yeni Türkiye’yi çok iyi izah etmiyor mu? Bence temel soru budur.

Ve gelin, bina metaforundan çıkıp gerçek hayata dönelim. Tam da 28 Ekim günü, Karaman’da bir maden ocağını su basmıştı. 18 işçi yerin metrelerce altında yaşam mücadelesi vermekteydi. Soma Katliamı’ndan sadece aylar sonra yapılan bu ihmal, Yeni Türkiye’ye ilişkin olarak bize ne anlatmalıydı? Kazanın ardından gelen bilgiler, sivil toplum kuruluşlarının aylar önce böyle bir ihtimalden bahsettiğini, bu yönde raporlar hazırlandığını ortaya koyuyor.

Yeni Türkiye, her şeyden önce, Soma’dan ders almamıştır. Ne hükümetiyle, ne bakanlığıyla, ne sendikasıyla. Soru şu: Eski Türkiye’de olsa farklı mı olacaktı? Muhtemelen hayır. Mesele de bu zaten. İnsani durumlarda, gelişmişlik endekslerinde 12 yılın sonunda pek bir gelişme yok. Tüm faciaları –yani cinayetleri– ‘kaza’ya ve Allah’ın takdirine bağlamak var.

Eğitim? Durum çok parlak değil. Koca bir sistem, eğitim kalitesini yükseltmektense, kız ve erkek öğrenciler ayrılabilir mi, ayırılırsa nasıl ayrılır meselesine kafa yormakta. Orta öğretimde türbanın serbest bırakılması, olabilir, kendi tercihleridir; ancak gün geçtikçe yakın çevremin yarı şaka yarı ciddi “Bizim çocuğu sizin azınlık okullarına veremiyor muyuz, yok mu bunun bir yolu?” demesi, eğitimde gelinen yeri çok iyi özetliyor. Bu, elbette, benim yakın çevremle ilgili bir durum değil. Gerek ortaöğretimdeki eğitim düzeyi, gerek üniversitelerin evrensel kıstaslara vurulduğunda geldiği hal ortada.

Demokrasi, insan hakları. Komik olmaya lüzum yok. AKP, sürekli olarak bahsettiğim gibi, her türlü toplumsal meseleyi, krizi, hegemonyasını genişletmek için bir kaldıraç olarak kullanıyor. Polisin ‘vurma’ ve gözaltına alma yetkilerini artıran son düzenlemeler, bunun gayet açık bir örneği.

Yolsuzluk. Doğrusu takdir ediyorum. Ayan beyan ortada duran dev bir yolsuzluk dosyasından –şimdilik– sıyrılmayı iyi becerdiler. Hatta bunu lehlerine bile kullandılar. Ama tüm bu maharetleri, bu işten yakayı sıyırmaya yetmiyor tabii. Tarihe bir çentik düşüldü.

Çevre, kentleşme, yeşil alanlar. Bir felaket. Milyarlarca ağaç diktiklerini öne sürmeleri hiçbir şey ifade etmiyor. Artık insanlar mahallelerindeki bir avuç toprak için bile devletle savaşır hale geldiler. Böyle bir gözü dönmüşlük zor görülür.

Dış politika. Bütün böbürlenmelere rağmen ortada pek de olumlu sonuç yok. Suriye meselesinin içinden çıkılmaz bir hal almasında, Davutoğlu-Fidan kliğinin payı yadsınamaz. Bir ‘takıntı’nın yön verdiği bu dış politika, Kürt meselesini de etkileyecek hale geldi. Yani AKP bunu bile başardı. Ama sorarsanız, onlardan başarılısı yok ve eski devletin pısırık dış politikasını terk etmek şarttı.

“Peki ya süreç”? dediğiniz duyar gibiyim. Mevcut durumda AKP’nin elinde başka bir şey yok zaten, ve onu da ucundan bucağından kemirip bitirmeye neredeyse kararlı gibi. Siyasal Kürt hareketinin Kobanê’yle ilgili gayet basit taleplerinden bir kriz çıkarmayı başardılar ve bu kriz şu anki haliyle süreci tehdit eder boyuta geldi. Elbette, sadece bu da değil. Merkezî otorite yaklaşık iki yıl boyunca tek bir somut adım atmadı, kapalı bir denklemin içinde kalıp ‘çözüm süreci’ni bir muamma haline getirdi.

İki yılda geldiğimiz nokta, süreci yürütenlere yasal zırh sağlayan bir kanun oldu. Toplumu asıl ilgilendiren, anadilinde eğitim ve benzeri konularda somut bir adım atılmadı.

Bütün bunların ötesinde, AKP’nin tavrı hep ‘canı isterse hak bahşeden, istemezse hak bahşetmeyen’ bir otorite görünümünde oldu. İşler sarpa sardığında eski devletin dilini kullanmaktan hiç çekinmediler, hatta bunu yaparken haz duydukları ayan beyan ortadaydı.

Otoriteyi ve devleti sevdiler. Hem de çok. Bütün mesele, devletin tavan motifleri oldu.