Ahmet Davutoğlu’nun da Başbakan olmasıyla iktidarın Osmanlıcılık’a bir adım daha yaklaştığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Evet biliyorum, kimilerine göre Davutoğlu’nu basit bir Neo-Osmanlıcı olarak nitelemek haksızlık, bu görüşte haklılık payı da olabilir, ancak yine de yeni Başbakan ve iktidarın tepesindeki klik için Osmanlı hiç şüphesiz “Yeni Türkiye”ye yol gösterme vasfını kaybetmemiş bir model.
İlginç olan şu: Bir açıdan bunu becermiş gibiler. Zira Osmanlı, bilhassa son dönemlerinde Dünya ve Avrupa siyasetindeki gelişmelere, hıza adapte olamayan, sürekli geriden gelen, nadiren doğru ittifakların içinde olup, genellikle yanlış ittifaklar peşinde olan, partnerlerini genellikle Avrupa’nın gerisinden giden rejimlerden seçen bir devlet haline gelmişti. Her şey bir yana, 1. Dünya Savaşı’na kimlerle girdiğimiz gayet açıklayıcıdır. Denecektir ki şartlar bunu doğurdu. Ancak o şartları doğuran da yine Osmanlı politikası idi.
Sadece dışarıda değil, içeride de Osmanlı yeni gelişmeler adapte olmakta zorlanan bir devletti. Çağın yeni akımlarını bir türlü anlayamamış, Ermeni ve Balkan meselelerinde gerekli adımları atmakta hep gecikmişti. Attığı adımlar da genellikle Batı’nın zorlamasıyla olmaktaydı. Bunlar bize resmi tarihte hep “Düvel-i Muzzama’nın Osmanlı’nın içişlerine karışması” olarak anlatıldı. Oysa olan basitçe Batı’nın Türkiye’yi reforma zorlaması idi. Evet, bu olurken açıktır ki her ülkenin bir hesabı olmuştur. Ancak ülkeyi bu derece buna açık hale getiren, dünyadaki gelişmeleri anlamayan, anlamamak için direnen, ülke içindeki eşitsiz gelişmeleri, çifte vergi ve baskı kıskacında boğulan etnik grupları, özgürlük arayan milletleri anlamayan da Osmanlı idi. Yani bu meselede baş müsebbip odur.
Nereye gelmeye çalışıyorum? Doğrusunu isterseniz son birkaç gündür olup bitenlere bakınca aklıma bu süreklilik geldi. Siyasal Kürt hareketi haftalardır Kobanê’ye koridor açılması için mücadele ediyor. Bu talebi söylenebilecek her şekilde söylediler. Öcalan, Kandil, HDP, STK’lar, ülkedeki demokratik muhalefet. Sürekli bu talep getirildi ve koridor açılmazsa sürecin biteceği, bununla kalmayıp Türkiye’nin genel manada zor durumda kalacağı söylendi. Ancak merkezi otoritenin tavrı PYD/PKK ile IŞİD’i aynı kefeye koymak oldu. Bunun siyasal Kürt hareketinde ne tür bir tahribata yol açacağını muhtemelen biliyorlardı. Ama önemsemediler. Sokağa çıkıldığında ve ülke yangın yerine döndüğünde (ki bu cephede olanlar ayrı bir paragraftır, oraya geleceğiz) artık meselenin ciddiyetini sanıyorum az da olsa kavramışlardı. Ancak bu sefer de akıllarına ilk gelen, devraldıkları miras gereğince “güvenlik önlemleri” ve tehdit oldu.
Beri yandan ‘Batı’dan da epeydir sinyaller geliyordu. ABD zaten Suriye meselesi başladığından beri Türkiye’nin yaptıklarına şüphe ile yaklaşıyor ve bunu belli ediyordu. Erdoğan’ın ABD gezisinde yaşanan tatsızlıklar, Obama’nın uzunca bir süre Erdoğan ile görüşmemesi, yakın zamanda Başkan Yardımcısı Biden’ın –sonradan usulen özür dilediği- sözleri. Bunların tümü aslında Türkiye’nin Suriye ve bölge politikasındaki sorunları gayet açıkça dile getiren adımlardı. Evet elbette ki ABD bu tür meselelerde sicili kabarık olan bir ülkedir, hiç ama hiç masum değildir. Fakat Kobanê’de insanlar ölüm kalım ve aslında çok daha fazlası için canlarını dişine takmışken, oradaki Kürtler için zamansız bir tartışma bu.
Batı (Bu örnekte ABD) bununla da kalmadı bizzat devreye girdi ve Kobanê’deki IŞİD mevzilerini bombaladı. Başlarda etkisiz gibi duran bombardımanlar Türkiye koridor açmamakta direndikçe ve “PKK ile IŞİD bizim için aynıdır” dedikçe etkinlik kazanmaya başladı, Bu arada yine ABD Türkiye’ye açık mesajlar vermeyi sürdürdü. PYD ile doğrudan temasa geçti, PYD’nin bir terör örgütü olmadığın açıkladı vb.
Böylece pazartesi gününe geldik. Obama’nın Erdoğan’ı aramasından sonra ABD Kobanê’ye havadan silah ve mühimmat yardımı yaptı, Türkiye birkaç saat sonra Kuzey Irak peşmergelerinin Kobanê’ye geçmesi için koridor açtı ve ABD Dışişleri Bakanı Kerry, “IŞİD’e karşı savaşanları yalnız bırakamazdık” dedi.
Tablo açık. Türkiye artık uluslararası boyut kazanmış bir iç meselesi hakkında herkesle inatlaştı, kafasındaki projenin peşinden gitti ve gelişmelere adapte olamadı.
Bu süreçte yine en iyi bildiği işi yaptı. Akil İnsanlar’ı topladı, kendine yakın gazeteci ve akademisyenler aracılığıyla “her şey yolunda, üstelik öyle yolunda ki, o kadar olur” mesajları verdi. Yani kendi medyasıyla, kontrol edebileceği kamuoyuna karşı yine bir pr (halkla ilişkiler) çalışması yapmakla meşguldü.
Bu tabii baştan sonra yanlış değil. Elde bir yol haritası var ve HDP heyeti bu haritayı Kandil’e götürdü, oradan gelen mesajı (ki “somut adım görmeden bunları ciddiye almıyoruz” diye özetlenebilecek bir mesaj bu) İmralı’ya götürdü ve şimdi Öcalan’dan gelecek mesaj bekleniyor.
Oradan gelen mesajin da genel manada olumlu olduğunu ve şu aşamada en azından sekreterya talebininin karşılandığını görüyoruz.
Süreç elbette ki böyle de gidebilir. Heyetler gider gelir, mesajlar alınır verilir, her şey yolunda denir, AKP’ye yakın yazarlar “gerekli kişilerle konuştum sıkıntı yok” yazıları yazar, arada sıkıntılar çıksa da çözülür vs.
Ancak bütün bu olanlar şu iki hafta içinde neden 46 kişinin öldüğünü açıklamıyor. AKP’nin tavrı bunun ceremesini HDP’ye (hatta CHP’ye) yıkmak şeklinde. Ancak olup bitenler şunu gösteriyor ki, “yukarıda” ve “kapalı kapılar ardında” yolunda giden süreç, tabanda pek de yolunda gitmiyor. İki günde kendimizi içinde bulduğumuz iç savaş manzarası, çözüm sürecinde bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Evet mesajlar, haritalar gider gelir, her iki taraftan birilerine çok yakın birileri “halloldu o iş” diye kulaklarımıza bir şeyler fısıldar, biz de tamam deriz. Ama bir şeyi atlıyor gibiyiz. “Süreç” bir fetiş değil. Bir “amaç” da değil. Amaç Kürt Sorunu’nu çözmek. Bilhassa iktidarın dilini buna göre kurgulamasında ve artık içeriği oluşturulmuş, daha da önemlisi “gerekçelendirilmiş” somut adımlar atılmasında fayda var.