Son bir haftada olup bitenlere bakan geniş bir kesim, Türkiye’nin Kürt meselesi bahsinde 90’lara dönme eğilimine girdiğini ya da en azından gidişatın bu yönde olduğunu düşünerek endişe etmekte. ‘90’lar’la kasıt, Kürt meselesinde sert bir politika izlenmesi ve güvenlik güçlerinin kimseye hesap vermez bir şekilde Kürt muhalefetinin üzerinde baskı kurması. İlave olarak, devlet güdümünde kurulan bir örgüt olduğu kanaatini sürekli olarak üzerinde taşıyan Hizbullah’ın yine Kürt muhalefetine yönelik saldırılarının başlaması ve karşı-şiddetini yaratması. Bingöl, Mardin ve Diyarbakır’daki –karşılıklı diyebileceğimiz– karanlık ve gaddarca cinayetler, saldırılar ve devletin yargısız infazlarına ek olarak, Salı günü Adana’da Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazetelerinin dağıtıcısı Kadri Bağdu’nun –yine 90’ları andıran bir şekilde– ensesinden vurularak öldürülmesi, bu düşünceleri, şüpheleri güçlendiren, iç karartıcı gelişmeler. Dolayısıyla, tam olarak 90’lara dönmesek bile, kimi aktörlerin böyle bir dönüş için hazır biçimde beklediğini görebiliyoruz.
Şunu da hesaba katmakta fayda var: Böyle bir sarmala girersek, döneceğimiz yer 90’lar mı olur, yoksa yeni bir şey mi? Ya da, o yeni şeyin içinde miyiz zaten?
90’lar benzetmesini yaparken, öncelikle iki etken üzerinde durmak lazım. İlki iktidarın yapısı, karakteri; ikincisi, toplum.
Sık sık dikkat çektiğim gibi, her krizden, hegemonya alanını genişleterek çıkan bir parti-devletle karşı karşıyayız. Gezi muhalefetinden, protesto gösterilerinin fiili olarak yasaklanmasıyla çıktık. Bir yıldır, iktidarın hazzetmediği konularda kent merkezinde irili ufaklı gösteri yapmak mümkün olmuyor. Tüm gösteriler zor marifetiyle dağıtılıyor. 1 Mayıs’ı da artık Taksim’de kutlamak mümkün değil. 17 Aralık soruşturması, yine AKP’nin hegemonya alanını genişlettiği bir krize dönüştü(rüldü). MİT yasası çıktı, her türlü muhalif odak, tanımı belirsiz bir ‘paralel yapı’ya tıkıştırıldı. Son olarak, Yeni Şafak gazetesinde, merkez medyada muhalif –ya da AKP’ye mesafeli– olmayı sürdüren gazetecilerin başlarına bir şeyler geleceği alenen yazıldı. Bu gelişmelerden de, AKP hegemonya alanını genişleterek çıkacak gibi görünüyor. Yakında TBMM’ye geleceği anlaşılan yeni yasal düzenlemeler güvenlik güçlerine geniş yetkiler verirken, çıkan haberlere bakılırsa ‘Hükümete karşı suç’ gibi, her yere çekilebilecek, çok tehlikeli bir suç cinsi de literatüre giriyor.
Bundan da tehlikelisi, Erdoğan’ın krizle başa çıkma yöntemini Başbakan Davutoğlu’nun aynen, hatta daha da iştahla devralması. Nedir o? Şöyle tarif etmek mümkün: Egemenlik alanına yönelik herhangi bir tehdit belirdiğinde (ki bu genellikle bir ‘toplumsal dinamik’ özelliğinde, her ülkede yaşanabilecek bir gelişme olmaktadır), bunu bertaraf etmek için tüm gücüyle o dinamiğe saldırmak; bütün toplumsal, etnik, mezhepsel fay hatlarını harekete geçirmek; iç savaş çığırtkanlığı yapmak; elindeki medya gücü ve heveslileri marifetiyle her türlü komplo teorisini dolaşıma sokmak; bu alanda eski devletin ulusalcı argümanlarını aratmamak, hatta kat be kat aşmak. Söz konusu toplumsal dinamik ‘Kürtler’ olduğunda, yine eski devletin argümanlarına başvurmak, Kürtleri ‘sopa’ ile tehdit etmek.
Erdoğan bu yöntemle ne elde etmekte? Şu çok açık ki, oy oranını en azından korumakta, AKP açısından bakılacak olursa tehlikeyi bertaraf etmekte. Dolayısıyla, etrafında Erdoğan’a muhtaç bir kadro yaratmakta. Bir açıdan şöyle oluyor: AKP sürekli tehlikeye düşüyor ve Erdoğan gelip bunları –bir kez daha– kurtarıyor. Bir de şu: AKP seçmeni içindeki önemlice bir kesim de “Erdoğan giderse biz biteriz” hissine kapılmakta; böylece ilk başta (diyelim 2002’de) gayet amorf duran seçmen kitlesi gitgide kemikleşmekte.
Ama sadece bu olmuyor. Her seferinde üzerine oynanan bu etnik, mezhepsel, toplumsal faylar, bir anlamda gerilim biriktiriyor. Erdoğan ve çevresi, bir ihtimal, devlet ne kadar kışkırtırsa kışkırtsın bu ülkede uzun süreli bir iç savaş çıkmamasına güveniyor olabilir, bilemem. Ancak krizle bu şekilde başa çıkmak, bir tortu bırakıyor ve halihazırda bir iç savaştan sekansları zaten yaşıyoruz.
Şu soruya yanıt aramak zorundayız mesela: Çözüm sürecinin tam ortasındayken, sokağa çıkan gruplardaki şiddetle, bilhassa Batı’da Kürtlere yönelik şiddeti nasıl açıklamalıyız? Evet, provokasyon bir açıklama yöntemidir ve muhtemelen bu kalabalığa birileri girmiştir. Eski devletin bazı unsurlarının da bu fırsatı kaçırmayacağı hesaba katılmalıdır. Ancak bunlar tabloyu tam olarak açıklamıyor.
Bilhassa bölgedeki genç Kürt nüfusun (ki önemli bir kısmı 20 yaşın altındadır) neredeyse engellenemez, zaptedilemez biçimde hareket etmesi, Batı’da, İstanbul’da Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı dış mahallelerde Kürtlere yönelik bir nefretin, tepkinin birikmesi bize ne söylüyor?
Şüphesiz, böylesi patlamaları birkaç cümleyle ya da tek bir formülle açıklamak mümkün değildir. Ancak iktidarın her toplumsal krizde ülkeyi iç savaşa sürükleyecek bir dil kullanmasının, sürecin en yolunda gittiği zamanlarda bile Kürt hareketine yönelik suçlayıcı bir dil kullanmasının bir payı yoktur diyebilir miyiz? Son olayda da, Erdoğan’ın tavrı, HDP kitlesini kastederek “Gördükleri türbanlılara, sakallılara saldırıyorlar” demek oldu.
Bu, söylem düzeyindeki durum. Beri yandan, ‘operasyonel’ anlamda da, AKP devletinin yine her tür karanlık faaliyete girebileceği ortada. Bingöl’deki polise saldırı ve akabinde dört kişinin öldürülmesi, gayet şüpheli bir olay olarak önümüzde duruyor. Üstelik bu vaka, iktidarın, linç hukukunu meşru kılan, “Hemen cezalandırıldılar” şeklindeki sözleriyle karşılandı.
Velhasıl, dönersek sanıyorum 90’lara dönmeyeceğiz. Daha başka bir şeye döneceğiz, ya da döndük. Gayretimiz bu gidişatın durdurulmasına yönelmeli, derim.