IŞİD güçlerinin Kobanê’ye yönelik saldırısını genişletmesi ve HDP’nin ‘destek için sokağa’ çağrısı yapmasıyla 20’ye yakın insanın hayatını kaybettiği, altı ilde sokağa çıkma yasağının ilan edildiği, Türkiye’nin birçok kentinde göstericilerin polis ve milliyetçi gruplarla karşı karşıya geldiği, zor bir gün yaşadık. Günün sonunda hükümetin pozisyonu siyasal Kürt hareketinin Kobanê vesilesiyle şantaj yaptığı yönündeydi ve bu tabloya cevabı “Misliyle karşılık veririz” demek oldu. Bu zor günü merkeze alarak, yaklaşık bir aylık Kobanê direnişinin neleri ortaya çıkardığına bakmaya çalışacağım.
- AKP açısından: Bilhassa son bir haftalık durum ortaya koydu ki, AKP tüm hesaplarını Kobanê’nin düşmesi üzerine yapmıştır. ‘Ya düşmezse’ diye bir hesabı, neredeyse yok. Başbakan Davutoğlu’nun “IŞİD için hareket geçeriz ama hedef Esad olmalı” yönündeki açıklamaları, durumu özetledi. Türkiye’ye gelen PYD lideri Salih Müslim’e de, Esad’a karşı koalisyona katılması yönünde telkinde bulunulduğu anlaşılıyor. Erdoğan’ın “Bizim için IŞİD neyse PKK da odur” sözlerinden, AKP’nin, Suriye’de tehdit altında olan Kürt kantonlarına hiç de hayırhah bakmadığı ve başlarına bir şey gelirse pek memnun olacağı sonucunu çıkarıyoruz.
AKP’nin bu politikasında iki motivasyon var: İlk olarak, Esad karşıtı koalisyona –yeterince– katılmadıkları gerekçesiyle, Suriye’deki Kürt muhalefetine belli ki bir hınç duyuluyor AKP çevrelerinde. Yaşananlara, bu durumun/algının intikamı olarak da bakmak mümkün. Açıkçası, Suriye’deki, PKK’ya yakın ya da uzak Kürt muhalefetinin Esad karşıtı koalisyona ne ölçüde katıldığı ya da katılmadığı konusunda –okuduklarım dışında– bir kanaate sahip değilim. Ama bunları söyleyenler, belli ki, Suriye’deki Kürt azınlığın Baas ve Arap milliyetçisi rejimden ne çektiğinden bihaber insanlar. Yakın tarihte ‘vatandaş’ bile sayılmayan, daha 10 yıl önce Kamışlı’da rejimin saldırısına maruz kalan Kürtlerin Esad rejimiyle işbirliği yaptığını söylemek, Kürtlerin AKP ile işbirliği yaptığını söylemekten farksız. İkisi de Kürt meselesini ve Kürtlerin bu karanlık coğrafyada bir çıkış arama çabalarını anlamaktan uzak, efendilik taslayan bakış açıları.
Dolayısıyla, ikinci motivasyon kaynağına geliyoruz. Türk devletinin reflekslerini devralan AKP’nin, sınırda Öcalan çizgisine yakınlık duyan bir kanton istemediği de belli oluyor. Kobanê’nin düşmesini seyre dalmaları, bir yandan da her durumda üste çıkmaya çalışan tavırlarıyla “İnsani yardım yapıyoruz, daha ne yapalım. Hem tezkereye karşı çıkan siz değil misiniz?” demeleri hayret verici.
Bu motivasyonlarla hareket eden AKP’nin, Kürt hareketinin ‘Kobanê’ hassasiyetini ve ısrarını anlamadığını mı düşünmeliyiz, yoksa anlamazdan geldiğini mi? Galiba ikisi birden. ABD başkentinde konuya gayet vâkıf olunduğunu ortaya koyan Biden’ın sözleri, bir nevi malumun ilamı oldu. Türkiye’de AKP dışında kalan kamuoyu ve Kürt hareketi uzun süredir “IŞİD’le ilişkiyi kesin” diyor. Bu ilişkinin sürmesinin ve Kobanê’nin düşmesinin Türkiye’nin iç barışında önemli bir yara açacağını söylüyor. Ancak buna “Yardım ettiğimizi nereden çıkarıyorsunuz?” tavrıyla cevap veren AKP, bütün hesaplarını Kobanê’nin düşmesi üzerine yapıyor. Burada karşımıza bir de Türk devletinin ‘Kürt’ algısı ve oyunu çıkıyor.
Öncelikle, AKP, önemli miktarda Kürt oyu almasına rağmen ‘Türk’ egemenliğinin partisi gibi davranmaktan kendini alamıyor. Şöyle diyelim: Eğer ‘Türkiye’ partisiyseniz, tüm toplumun partisiyseniz, size haber: Kürt vatandaşlarınızın canı yanıyor. “Bir şey yapın” diyorlar. Üstelik, kantonu düşürecek olan, insanlık dışı yöntemlerle bir şeriat düzeni kurmaya çalışan bir örgüt. Türkiye bu feryadı duymuyor. Duymadığı gibi, neredeyse buna istihzayla bakıyor. Dolayısıyla, ilk olarak, ‘Kürt’ vatandaşlarını hâlâ bu ülkenin vatandaşları olarak görmüyor.
İkinci olarak: AKP, en başından beri, çözüm sürecini ‘uçurum kenarında’ yürütüyor. AKP, daha doğrusu Erdoğan ve Davutoğlu, birçok diğer konuda olduğu gibi bu konuda da, ‘karşı taraf’ı maksimum taviz vermeye, hayati talepleri blöf olarak görüp son âna kadar karşı tarafı bu taleplerden vazgeçmeye zorlayan, geri adım atıldığında “Bakın, gördünüz mü?” demeyi seven, olmayınca da “İyi madem, öyle olsun” diyen, bu tip kritik meseleleri uyanık Tahtakale toptancısı zihniyetiyle yürütmeyi benimseyen bir çizgide. Süreci de bugüne kadar böyle getirdiler. Her talebi son âna kadar beklettiler, Kürtlerin illa sokağa çıkmasını ya da açlık grevine, ölüm orucuna gitmesini, yani canlarını ortaya koymasını beklediler. Bunlar olmadıkça, hem kendisi hem de karşı taraf uçurum kenarına gelmedikçe adım atmadılar. Bu, AKP pragmatizminin en çiğ ve en efendilik taslayan yanıdır. Özellikle bu açıdan, yani Kürtlere bakışında, klasik Türk devletinden önemli bir farkı yoktur. AKP’nin karmaşık ve bırakın Türkiye’yi, dünyaya da pek güven vermeyen ‘uyanık’ Ortadoğu politikası bir yana, asıl mesele bence budur.
Güneydoğu’da Hizbullah yanlısı güçlerin mobilize olabilmesi, İstanbul’da Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı semtlerde milliyetçi kalkışmaların linç girişimlerine varabilmesi, güvenlik güçlerinin barışçı gösteriler karşısında da takındığı müsamahasız tavır ve Güneydoğu’da tankların hemen sokağa çıkabilmesi, hem devlet, hem de toplumun bağrında hızla harekete geçebilecek bir faşizmin/‘olağanüstü hal’ciliğin yattığını ve Kürt meselesinde çözüm için çok uğraşmamız gerektiğini gösteriyor.
Velhasıl, IŞİD, hem devlet, hem hükümet, hem de ‘çoğunluğun’ derinlerinde hayli karanlık bir şeylere karşılık geliyor, gelebiliyor – kimi zaman zihniyet, kimi zaman ise gördüğü ‘iş’ açısından. Böyle bir ciddi meselemiz de var.