Çağlayan Adalet Sarayı’nın önündeki meydan, rüzgârıyla ünlü. Her mevsim iliklerinize kadar donarsınız. Saç baş bırakmaz, aptal eder. Tek sığınak, karşı köşedeki Adalet Çay Bahçesi ve Saklı Bahçe’dir. Yorgun ve gergin yığınlar bir parça ısınmak için oraya sığınır.
Adalet Sarayı’nın C kapısı da basın açıklamalarıyla tanınır. Ya o meydanda, ya bu kapının önünde, günün anlam ve önemine, yaşatılan adaletsizliğine uygun olarak çeşitli pankartlar ve lolipoplar eşliğinde toplanılır ve meram anlatılır.
Aslında bugüne kadar orada yapılan basın açıklamalarına ait lolipoplar ve pankartlardan, Adalet Sarayı’nın içinde özel bir müze oda kurulabileceğini düşünüyorum. Esirgenen adaletin gayriresmi yakın tarihi akıp geçsin gözümüzün önünden.
Ben bu hülyalı düşüncelere dalmışken, bir başka basın açıklaması günü daha gelmiş çatmış. Dile kolay, tam on altı yıldır sürdürülen, süründürülen bir dava var. Geçen cuma da, sosyolog Pınar Selek’in başına örülmeye çalışılan Mısır Çarşısı davasında, yeni mahkeme önündeki ilk gündü. Özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasıyla birlikte davayı ilk defa gören İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bayram ve resmi tatil olmasına rağmen epey kalabalık bir grup duruşmayı izlemeye gelmiş. Aradan geçen yıllarla, bu hukuk cinayeti giderek daha aleni bir hal almaya başladıkça, davayı izleyen yurtiçi ve yurtdışı kamuoyu da giderek genişledi. Bu kez de Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu, Uluslararası Yazarlar Birliği Genel Merkezi ve ABD temsilcileri, Strazburg Belediyesi Başkan Yardımcısı, Pınar’ın doktorasını verdiği Strazburg Üniversitesi’nin rektör yardımcısı, milletvekilleri, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, LGBT ve feminist aktivistler ile insan hakları örgütlerinin temsilcileri yerlerini almış.
Davayı izlemek demek, ‘Mısır Çarşısı’ başlıklı devlet komplosuyla, bir barış aktivistinden katliam sanığı yaratmaya çalışan, dudak uçuklatan hukuksuzluklar karşısında metanetini koruyup mücadeleye devam etmek demek. Son olarak, Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 30 Nisan’da yapılan temyiz duruşmasında müebbet hapis cezasını bozma kararı vermişti. On altı yıldır, kendisiyle uzaktan yakından ilgisi olmadığı kerelerce kanıtlanan, dahası bir gaz kaçağına dayanan patlama üzerinden yürütülen davada kişilik katline uğratılmaya çalışılan Pınar Selek, tam üç kez beraat etti. Derken mahkeme heyeti değiştirildi, dahası kendini bir nevi temyiz mercii ilan ederek, Pınar Selek’i yeni hiçbir delil olmaksızın ağırlaştırılmış müebbete mahkûm ediverdi.
Mahkeme salonunda olmak, hayatın her alanında hukuk mücadelesi vermek, adalete ulaşmak anlamına gelmiyor. Hoş, zaten on altı yıl sonra gelen, adalet değil, olsa olsa hayat hakkı ihlalinin son bulması olur. O gün mahkeme Yargıtay’ın bozma kararına uydu ve Pınar Selek hakkındaki yakalama kararını kaldırarak duruşmayı 5 Aralık’a erteledi. Mahkeme salonunda gayriihtiyari atılan çığlıklar, aslında hepimize toplu olarak yapılanların bir özetiydi. Göz göre göre kötücül haksızlıkla kuşatıldığında, sıradan ve zaten hakkın olan bir şeyin ilanına sevinir hale geliyorsun. Temkinli bir sevinç bu. Ne de olsa, hukuk kisvesi altında pek çok siyasi gaile güdüldü bugüne değin.
Dolayısıyla, şöyle demek mümkün: Mahkeme yeni ama bu dava çok eski. O kadar ki, biz ona ‘Yeni Türkiye’nin Eski Lekesi’ adını veriyoruz. İbretlik bir leke bu. 90’ların o tekinsiz iç savaş dönemi herkesin hatırında. Çünkü yaşadığımız günlerde denenen oyun da çok farklı değil. O yıllarda neden bir türlü barışılamadığı sorusuyla çıktığı yolda gözaltına alınan bu genç sosyolog kadının Kürt hareketine ilişkin bilimsel araştırması yok edilmiş, kendisi de ağır işkencelere maruz bırakılmıştı. İnsanların kaybedildiği, köylerin yakılıp boşaltıldığı ve 28 Şubat’ta devletin tabu addettiği ‘tehlikeli’ saflarda duranların andıçlandığı, karanlık bir dönemdi. Bir dönemle topyekûn ödeşiliyorsa, Pınar Selek’in ta o zamandan alacaklı olduğu adalet en önemli nirengi taşlarından biri olacaktı.
Ama olmadı. Çünkü derin yapılar, değişen iktidar ve onlara muhalif hale gelen hareketler karşısında da pazarlık yapabilecek gücü korudu. Bugün Kobanê üzerinden tutuşan ateş, her an yine aynı karanlığa itilebilecek olmaya duyulan öfke ve isyan, Kürtlerin yanı sıra, memleketin dışlanmış hisseden yüklüce bir kesimini de kapsıyor. Ve Pınar’ın o naif “Neden bir türlü barışamadık?” sorusu halen geçerliliğini koruyor.
Küçük hayatlarımız üzerine oynanan büyük oyunların cinnetinden kurtulmanın yolu, benim için hayalde ısrardan geçiyor. Hayalde ısrar, zaten umudun diğer adı. Pınar'la şehrin sokaklarını birlikte arşınladığımızı, aşktan konuştuğumuzu, elde simit ve çayla vapurdan uzaklara baktığımızı hayal ediyorum. Adalet Sarayı’nın rüzgârına inat, içim ısınıyor.