Evet sana, size demesinler. Rum demesinler. Gürcü demesinler. Yahudi demesinler. Çünkü şey oluyor. Nasıl derler. Mağdur oluyorsunuz. Size bunların denmesi bile sizi mağdur ediyor. Maazallah sonra ya birileri ciddiye alırsa. O yüzden, demesinler. Hele çok daha çirkin şeylerle, Ermeni filan, hiç demesinler. Başına bir küfürmüş gibi “afedersin” koymadan bahsetmeyin bu işlerden. Kim bilir belki de küfürden beterdir sizin için.
Türksünüz, onu anladık. Müslümansınız. Ve Sünnisiniz. Aman ondan kimse şüphe duymasın istiyorsunuz. Bu ülkede iktidarın buna, bu ırksal-mezhepsel özelliklere dayandığını çok iyi biliyorsunuz. En başından beri. Ya Türk-Sünni olacaksınız, ya da Sünni-Türk. Yani ya biri öncelikli olacak, ya öbürü. Çok genel manada baktığımızda iktidar bir sarkaç gibi bu iki köşe arasında salınır durur, Cumhuriyet tarihi boyunca. O yüzden Türk ve Sünni olmak önemlidir. Çünkü bu ülkeyi bu hale getirmek için az uğraşmadınız. Evet, siz de. Tüm suçu İttihatçıların, Kemalistlerin üzerine atmayın. Ermeniler’in, Rumlar’ın sembolik hale getirilmesine pek itirazınız olmadı yıllar boyunca. Ancak böylesine sembolik bir sayıda olunca “emanetiniz” olabiliyorlardı. Yani üstünlüğünüzü, İslam’ın üstünlüğünü yeniden üretiyordunuz. Ama “çoğunluğun” o Demokles kılıcı başlarında sallanmak kaydıyla. En küçük yanlışlarında bedelini ödetmek kaydıyla. Öyle olursa mesele yoktu. Yaptığınız her iyilik karşısında şapkalarını havaya fırlatacaklardı hem. Havaya fırlatmayanlar zaten kötü niyetli ya da olan biteni anlamayacak kadar kör olacaklardı. Böylece o çoğunluk-azınlık hiyerarşisi, ilişkisi yeniden kurulacak, yeniden üretilecekti.
Bir yandan da o lanet üzerlerinde asılı olacaktı ama. Her fırsatta o ayrımı, “biz ve onlar” ayrımını yapacak, yeniden kuracaktınız. Kendinizi başka türlü nasıl tanımlayacaktınız ki. Gerektiği zaman Türk, gerektiği zaman Sünni olduğunuzu nasıl beyan edecektiniz…
Dolayısıyla siz her şeyi söyleyebilirdiniz bir yandan da. Size serbestti. Mesela Kılıçdaroğlu için kalkıp “Sen Alevi olabilirsin. Ben de Sünni’yim. Bundan çekinme, korkma” diyebilirdiniz. Bunda da hiçbir acayiplik görmezdiniz. Yüzyıllarca Sünni çoğunluğun gadrine uğramış bir mezhebin, bir inanışın mensubunu meydanlarda böyle sıkıştırmakta, onu “açıklamaya” zorlamakta nasıl bir faşizmin, nasıl bir tahakküm takıntısının yattığını göremez, anlayamazdınız. Ya da aslında bilir, anlardınız da, anlamazlıktan gelirdiniz. Sorulduğunda “Ne var bunda?” derdiniz. Tüm siyasi hayatınız böylesi bir siyasi kurnazlığın üzerine kurulu değil miydi? Memlekette İslamcılık, daha da genel manasıyla “sağcılık” biraz da bu Alevi takıntısı üzerinden, Sünni tabanın bu takıntısını tatmin etme üzerinden yürümüyor muydu? “Değişim” diye pazarladığınız tüm siyasi hayatınız, aslında bu takıntıların “değişmemesi” üzerine kurulu değil miydi? O “değişmeyen” lerle iktidara yürümüyor muydunuz?
Siz tabii her şeyi söyleyebilirdiniz. Size serbestti. HDP Eşbaşkanı ve cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş için “Kendisi Zaza, ama benim Kürt kardeşlerimi aldatıyor. Sen Kürt kardeşlerime ne verdin?” diyebilirdiniz. Seviyeyi bu kadar alçaltmakta hiç sakınca yoktu. Bir zamanlar TSK’nın gizli gizli yaptığı psikolojik harp işlerini artık kürsülerde açık ve şeffaf biçimde yapmaktı belki de sizin başlıca özelliğiniz. Buydu belki de AKP ihtilali. Bunları normalleştirmek.
Geriye bize tatsız sorular kalacaktı. Bu mezhepçi, dedikoducu, bu pis ağızlı sağcılıkla ne yapacağımız gibi, mesela. Velhasıl daha çok işimiz var ve umutsuz olmak için neden çok. Ama bir yandan da seçeneksiz değiliz. Bu Pazar mesela. İki muhafazakâr aday arasında, Türk Sünnilerin adayıyla Sünni Türklerin adayı arasında seçim yapmak zorunda değiliz. Yeni bir yaşam teklif edenler de var. Seçim bizim.
Not: Geçtiğimiz Pazar günü Etyen Mahçupyan’ın Akşam Gazetesi’nde bir yazısı yayınlandı. Azınlıkların AKP ve Müslümanlarla ilişkisini konu alan bu yazıda şahsen mahsurlu bulduğum saptamalar var. Yazı Türkiye’deki Yahudi Cemaati’nin tümünün Sözcü Gazetesi okuduğu gibi dayanağı belli olmayan bir “veri”den yola çıkıyor. Şöyle diyor:
“Azınlıklar devletin altında ezildiler ama kendilerini de bir türlü Müslümanlarla eşit görmediler. Dolayısıyla AKP’nin taşımakta olduğu ihtilalci değişim sürecinde halen çözemedikleri bir ikilemle karşı karşıya kaldılar. Bunu somut olarak Sözcü Gazetesi örneği üzerinden anlatmak mümkün… Bugün azınlıkların büyük çoğunluğu, ama Yahudi cemaatinin neredeyse tümü Sözcü okuyor. Erdoğan’a hakaretleri ezberleyerek ve aralarında paylaşarak biriktirdikleri öfke ve nefret duygusunu günlük olarak tazeliyorlar. Oysa sorsanız AKP hükumetlerinin bugüne dek en azınlık yanlısı iktidar olduğunu da söylerler! Ama ortada birkaç yüzyıl geriye giden bir Müslüman alerjisi ve gizli aşağılaması var. Bu nedenle Sözcü tarihsel bir psikolojik ihtiyaca cevap veriyor.” Mahçupyan tarihsel planda Azınlıkları bir türlü “çoğunluğa” karışmamak, yerlileşmemekle de suçluyor.
Özel olarak Yahudilerin genel olarak Hıristiyanların bu toplumda (hala) çoğunluk tarafından maruz kaldığı ayrımcılığı, aşağılanmayı ikinci plana atan ve Azınlıklar/Yahudileri “çoğunluğa” ayak uydurmaya çağıran (kabahati burada bulan) sorunlu bir bakış açısı bu. Ve Kemalizm’in Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok daha kaba biçimde yaptığı işi kategorik açıdan hatırlatıyor maalesef. (Nihayetinde onlar da kendilerini “ihtilalci” olarak görüyordu) Ayrıca İslamcı siyasetin ve tabanın Yahudiler ve Hıristiyanlarla ilgili “problem” iyle yüzleşmeden Yahudileri ortaya itmek, onları kendi kişisel kanaatlerine dayanarak Müslümanları “aşağılamak” la suçlamak, üstelik bunu tam da bugünlerde yapmak, gayet tehlikeli bir tutum. Umarım Mahçupyan ne yaptığının farkındadır.