Zamanın önünde giden kişi, keşif ve akımlar, kendi yaşadıkları dönemin insanlarıyla değil de çok sonraki kuşaklarla buluşur. Garip şiir akımı da böylesi örneklerdendir. Bugün Orhan Veli’nin taklidi imkânsız derinlikli yalınlığına vurulurken, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, bu sıradışı akımın kenar köşede kalmış iki şairini daha tanıma imkânı sunuyor. Garbis Cancikyan ve Haygazun Kalustyan’ın 1942’de birlikte çıkardıkları ‘Balkıs’ şiir kitabı, özel baskısıyla artık elimizde.
Şiir, yapısı gereği tekildir. Ama ya bu dünyada kimselerin sizi anlamadığını düşündüğünüz bir anda ruhdaşınızı bulursanız, ne olur?.. İki genç şairi buluşturan tam da bu aidiyet hissi zaten. Ne de olsa iki, yeterli bir çoğunluktur.
Haygazun Kalustyan, Cancikyan’la Getronagan Okulu’nun altıncı sınıfındaki karşılaşmalarını şöyle anlatıyor: “İkimiz de defterlerimizi şiirlerle karalıyorduk, ama birbirimize hiçbir şey söylemiyorduk; daha ne kadar zaman şiir yazıp çantalarımızda saklayacaktık. En sonunda bir gün yazdığımız şiirleri başkalarıyla paylaşma arzusunun dürtüsüyle kıvranırken, birbirimizle samimileştik. Bu samimiyet her birimizin bir okuru olmasına sebep oldu. Ben onun okuru oldum, o da benim…”
Birbirlerinden menkul dünyanın verdiği güçle, alacakaranlık anlamına gelen ‘Balkıs’ta buluşan iki şair, ortaklaştıkları ilkeleri şöyle haykırıyordu dünyaya: “balkıs telakkisini kabul eden realist şair, kelimeleri değil, detayları harmonize eder. vezin, kafiye gibi yamalar kullanmaz. saklıyacak, çürük bir tarafı, örtbas yapacak bir beceriksizliği yok; okuyucuyu dalgaya düşüreceğine onu uyanık tutar.”
Y. P. Tomasyan’ın iki şaire dair hayat hikâyesi ve dönem aktarımları içeren sunuş yazılarıyla zenginleşen ‘Balkıs’, işte bu, saklayacak hiçbir şeyi olmayan iki kalbin meramını sunuyor bize. Cancikyan’ın hayatı, kitabın basılışından dört yıl sonra, 1946’da, henüz 26 yaşındayken verem hastalığından son bulurken, ardında bıraktığı ‘Sonbahar’ şiiri, mahkûm olduğu o tarifsiz yalnızlığı anlatır gibidir.
rüzgâr
yalnız yaprak dökmez
ağaçlardan
bazan yapraklar
usanmış olacaklar galiba
dallarda tek başına
yaşamaktan
Öyle hissedersin kendini bazen. Anlaşılmamışlığında yalnız, tek başına mücadele etmekten, umudu hep sil baştan üretmekten yılgın... Fazla erken gelen ölümün gölgesi, yaşarken ölünen anları da keskinleştirir. Ve Cancikyan bize, ‘Rahmetli’ başlıklı şiirinde şöyle seslenir:
ağlarken öldü
tabudunu taşıyanlar
onu öldürenlerdi
Öyledir çünkü, her kalp kırıklığında ölümü tadarsın, bir şeyler kırılır içinde. Ölü parçanı ardından bırakır, yaranı yalarsın.
Daha uzun yaşasa da, gariplik Haygazun Kalustyan’ın da peşini hiç bırakmadı. Yoldaşını yitiren Kalustyan, 1965’te göç ettiği Ermenistan’da hiç şiir yazmadı. ‘Bitmiyen Şehir’de sevgiliyle birlikte seslendiği İstanbul’du belki ilham ve anlam. Bize bunu bıraktı:
1
sevdiğim şehrin
sokaklarına benziyorsun
sende attıkça adım
sayıklıyorum
sayıklıyorum
2
rüyasız insanlar
tramvaya biniyor
yürüyorum
içimde
tek tekerlek bir arzu
bu arzu
bitmiyen bir şehir
Arzu hissetmezse öleceğini biliyordu. O zaman her şey bitimli olurdu. Bu dehşetle sarıldı hayata. Yokluklara inat, hayalden kurdu sığınağını. Ama insanın saklı hakikatine bir an bile ihanet etmeden sahiplendi düşleri. Her şeyin adını koydu. Bilir olduk:
randevum olsaydı saata bakardım
şapkam olsaydı aynaya
şimdi pencerelere bakıyorum
ve şehrin kaldırımlarına
O camlarda yansıyan kendine, kaldırımdaki su birikintilerine, çöplere baktı bir ihtimal ve yokluklara inat, ilan etti biricik varlığını. Can yoldaşı Cancikyan’ın mezar taşını yaptırabilmek için yıllar yılı dostunun Ermenice şiirlerinin satışından gelecek geliri bekleyerek kahrolan Kalustyan, kaderin oyunu gereği, kendisi de 1985’te, Yerevan’da, tek başına yaşadığı evinde, üç-dört gün akademiye uğramayınca eve gelip kapıyı kıran arkadaşları tarafından, ölmüş olarak bulunacaktı.
İki garip böylece birbirine bir kez daha kavuştu. İki, yeterli çoğunluktu.