Anayasa Mahkemesi’nin Balyoz davasında “Adil yargılanmadılar, hak ihlali yaşandı” şeklinde özetleyebileceğimiz kararının ardından sanıkların tahliye edilmesi ile başlayan tartışma kabaca “Balyoz davasında kim haklıydı, kim haksızdı” çerçevesinde sürse de, Ergenekon davasındaki uzun tutukluluk süresi gerekçesiyle yaşanan tahliyeler de hesaba katıldığında ve bilhassa Balyoz sanıklarının “Bizi buraya tıkan güç hesap verecek” mealindeki Gülen Cemaati’ni ima eden açıklamaları dikkate alındığında, tüm bu gelişmelerin daha önceden de tahmin edildiği gibi AKP-Cemaat savaşındaki uğraklardan biri olduğu anlaşılıyor. Buraya tabii Erdoğan’ın bu eski/hatalı kararları veren yargıyı, CHP’nin işbirlikçisi Pensilvanya’nın emrinde olarak sunmasını, dolayısıyla 2010 sonrasındaki yargı yapısını bile bir şekilde “devlet geleneği” ne bağlama madrabazlığını ekleyelim. Bütün bu operasyondan sonra amaç çok belli ki AKP’nin doğrudan emrine girmiş bir yargı yaratmaktır. Bunu yaparken bir de “12 Eylül referandumu sayesinde salıveriliyorsunuz, üstelik hayır demiştiniz” yönündeki argümanları, herhalde bir siyasi hareketin ne kadar yüzsüzleşebileceğinin kanıtları olarak not etmek gerekir.
Bunlar reel politik alanda olup bitenler. Peki, esas meseleye gelecek olursak. Yani Türkiye’de bir darbe geleneği ile hesaplaşıp hesaplaşılmadığına. Sanıyorum bu meseleye iki düzeyde bakmak mümkün.
İlk olarak: Aslında en baştan beri şunu biliyorduk. Davaya konu olan darbe girişim(ler)i aslına bakılırsa TSK’nın komuta kademesi tarafından zaten engellenmişti. Bütün bu dava sürecinde olup bitenlere baktığımızda şunu gördük. Evet, TSK içinde darbe yanlısı çevreler vardı ancak gerek dış koşullar, gerek iç koşullar, gerekse TSK komuta kademesine çıkan isimlerin profili, böyle bir gelişmeye izin vermiyordu. Bu elde var bir. Ancak buna rağmen TSK’nın siyasete müdahalesi sürmekteydi ve kamuoyunu şekillendiren güçlerin bu müdahaleleri meşrulaştırması bir problem olarak ortada durmaktaydı. Beri yandan da devlet ile iç içe geçmiş örgütlerin TSK’nın “kimi” çevreleriyle temasa geçerek karanlık faaliyetler yürüttüğü ve böylece siyaseti istikrarsızlaştırmayı, düşman gördükleri etnik grup ve siyasi çevreleri sindirmeyi amaçladıkları ve tabii bu arada can alıp korku saldıkları da bilinmekteydi.
AKP kendi iktidarına tehdit olarak gördüğü bu iki eğilimi sindirmek için Gülen Cemaati’nin polis ve yargıdaki gücüyle hareket etmeyi tercih etti. Cemaat için de bu bulunmaz bir fırsat oldu çünkü böylece yıllardan bu yana hayalini kurdukları devletin tam ortasına yerleşme imkânı önlerine altın tepsi ile sunulmuş oluyordu. Erdoğan’ın “Ne istedilerse verdik” açıklaması bunun özetidir.
Burada artık AKP-Cemaat kavgasına tekrar girmek konumuz açısından yersiz. Ancak davalar boyunca Cemaat’ in yürüttüğü sakat yargılama sürecine AKP çevrelerinden gelen gözü kapalı desteği hatırlamalıyız. Şimdilerde tahliye olanlar Cemaat kadar, hatta Cemaat’ ten çok AKP ve medyasının yarattığı atmosfer nedeniyle orada yattılar. Nihayetinde Hükümet’te AKP vardı. Sorumlu odur.
Pekâlâ. Gelelim mevcut duruma. Şimdi ne olacak? Ülke olarak darbeci zihniyetten arındık mı? Devletle iç içe geçmiş gruplar gereken dersleri aldılar mı, bundan sonra karanlık faaliyetlere girmeyecekler diyebilir miyiz? En önemlisi kamuoyunu şekillendiren kesimler (medya, iş dünyası, akademi, yargı) bir “güç” odağı karşısında bağımsız davranabilme alışkanlığı edinebildi mi, ya da bunu hayata geçirebiliyor mu?
Sırayla gidecek olursak, TSK’nın “bağrında” yer alan; siyaseti ve toplumu şekillendirmeyi kendine hak gören zihniyetin dağıldığını düşünmüyorum. Klasik manada bir darbe, bilhassa dış koşullar izin vermediği sürece icra edilmeyebilir ancak topluma ve toplumun “çoğulluğu” na bakış açısından pozitif manada bir değişim oldu mu, emin değilim.
Devletle iç içe geçmiş gruplar gereken dersi aldı mı? Açıkçası bundan hiç emin değilim. Topluca baktığımızda bilhassa Güneydoğu’da icra edilen fail-i meçhul cinayetler ve Türkiye siyasetini istikrarsızlaştırmayı, toplumu sindirmeyi hedefleyen yakın tarihteki (başta Hrant Dink cinayeti olmak üzere) eylemler hakkında hiçbir gelişme olmadı, arkadaki güç ortaya çıkarılamadı. Kanımca en can sıkıcı gelişme budur. Eğer bu davalarda rota, baştan beri savunduğumuz üzere bu yönlere de çevrilseydi, çok daha geniş bir kamuoyu desteği de sağlanabilirdi. Bu fırsatın heba edildiğini ve böylece çok şey kaybettiğimizi düşünüyorum. Burada, daha ileride açmak üzere şimdilik kısaca şu söylenebilir: Her ne kadar cenaze Cemaat’ in üzerine yıkılıyorsa da “devlet aklı” nı devralan AKP, aslında “devlet” in üzerine fazla gitmemeyi ve frene basmayı tercih etmiş gibi görünüyor.
Son olarak, kamuoyunu şekillendiren kesimler bir “güç” karşısında bağımsız davranabilme alışkanlığı edindiler mi? En kötü sonuç burada herhalde. Hayır. Tam tersine 12 Eylül rejimine benzer bir rejimin kurulduğunu gün ve gün görebiliyoruz. Oy desteklisinden. Yargı, iş dünyası, akademi, bilhassa da medya dünyasında durum içler acısı ve daha kötüye gitmekte. Bu tabloya AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un “Askeri vesayeti yendik. Sıra Merkez Bankası ve bağımsız kurullarda” açıklamasını ve yeni YÖK yasasını da eklersek gidişat daha da netleşir.
Dolayısıyla yazıda saymadığımız ancak önemli bir gelişme olan 12 Eylül darbecileri hakkındaki müebbet kararını da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Otoriter bir rejimin yenisini kurmadan, eskisini mahkûm etmek mümkün olmadı maalesef. En ciddi meselelerimizden biri budur gibime geliyor.