YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Değilse de, etrafında dolanıyoruz

Biliyorum. Kitabi açıdan, siyaset bilimi açısından ya da yaşadığımız hayat açısından memlekette olup bitene ‘faşizm’ demek, muhataralı. Bunu yazı boyunca akılda tutarak ve büyük kitle katliamlarına imza atan faşizm örnekleriyle yapılacak benzeşimin sıkıntılarını es geçmeyerek bir egzersiz yapmayı deneyeceğim. Buna yaparken de aslen şunu akılda tutacağım: Bu toprakların artık havasından mı, suyundan mı neyse, zaten hiçbir doktrinin bilinen anlamıyla uygulanmayacağını, İslamcılığı bile ne hale getirdiğimizi, kapitalizmle iç içe geçme, parayla, binayla, arazi rantıyla ilişki kurma kabiliyeti karşısında muhtemelen bir 19. yüzyıl sonu İslamcısının feleğinin şaşacağını...

Dolayısıyla konuya girelim. En baş meseleden başlayalım. Yani faşizmin, faşizan düşüncenin esasen ırkî bir üstünlük taşıma iddiasıyla, vasfıyla. Bu kriteri tutturamadığımız doğrudur ancak, dindar ve fetihçi bir milliyetçilik argümanının gitttikçe güçlendiğini, bu özelliği taşıyan mevcut devlete neredeyse bir kutsiyet atfedildiğini ve ‘bu’ devlete yönelik her türlü itirazın neredeyse vatana ihanetle eş tutulduğunu gözden kaçırmayalım.

Bu fetihçi anlayışın gereklerinden biri olarak Osmanlı millet sisteminin ‘yeni’ bir model özelliğiyle  önümüzde durması, etnik grupların Osmanlı hâkimiyetini kabul ettikleri sürece rahat edeceklerinin teminat altına alınması, ancak o içe dönük fetihçi  söylem ve tehdidin tüm ülkenin üzerinde asılı durması. Dolayısıyla –burası önemli- geçmiş ve güçlü bir çağın, bir gelecek modeli olarak ‘yol gösterici’ vasıf kazanması.

Ve elbette her ne kadar ırkî bir vasıf taşımasa da, mezhepsel açıdan neredeyse bu açığı dolduracak derecede saplantılı ve önyargılı olması. Yani şu “Alevilik” meselesinde bir türlü huzur bulamaması ve Sünni çoğunluğun bu ön yargısını sürekli diri tutması. Ve elbette Alevilerin de sürekli bir devlet/çoğunluk tehdidi altında yaşaması. Totalde baktığımızda Alevilerin artık devlette neredeyse istihdam edilemez hale gelişi. Hele ki ‘yargı’da, Alevi olmanın neredeyse suç olması.

Faşizan düşüncenin temel ayaklarından biri olan ‘millet’ adına konuşma, her tasarrufu millet adına yapma ve milletin de kendini bu ‘devlet’in bir parçası olarak görmesi ve sık sık bu tür bir eylemsellik içinde olması. Bunun elbette ki oy desteğine dayanması. Ki bu doktrinimizde var zaten.

Bunun bir sonucu olarak devlet ile iç içe geçen partiye oy vermeyenlerin alenen ‘millet’ten sayılmaması. Hele ki bu ‘kutsal devlet’e itiraz ediyorsa dövülmesinin, sövülmesinin, gözaltına alınmasının, öldürülmesinin hak olarak görülmesi.

Güvenlik güçlerinin, polisin, istihbaratın, artık partinin organı haline gelmesi. Parti için çalışması, partinin tehlikeli gördüğü her türlü grup üzerinde bir şiddet tasarrufuna sahip olması, kendini öyle görmesi, ‘millet’in de bunu onaylaması. (Evet bu eskiden de olurdu ancak mevcut durumda artık parti ile devlet iç içe geçmiş durumda.) Sivil polislerin sırtlarında coplarla alenen ortalıkta dolaşıp topluma korku salmayı denemesi...

Toplumu etkileme silahı olarak görülen ‘televizyon’ların tamamen parti-devlet eline geçmesi, gazetelere bırakılan muhalefet marjına karşılık, iş televizyona gelince tüm sermaye sahiplerinin bir tür mali şantajla parti-devlet hizasına çekilmesi, kalan kısmın da zaten yine parti devletin organik yayını haline gelmesi. Ve elbette ‘şef’in günde bilmem kaç kere, saatler boyunca konuşması, her konuşmanın 20 kanalda birden yayınlanması. Baştan sona.

Öfke ve kötülüğün meşrulaşması, pervasız biçimde sergilenmesi, bundan rahatsızlık duyulmaması. Kutsal devlete itiraz eden herkes hakkında her türlü kötülüğün, yalanın, iftiranın, şiddetin hak görülmesi. Burası bilhassa önemli, zira faşizm ile kötülük arasında, daha doğrusu ‘örgütlü kötülük’ arasında bir bağ vardır. Gezi Direnişi boyunca bilhassa sosyal medyadan –ölenler hakkında- gelen “gebersin” temennileri, seçim sonrasına ilişkin şiddet/boyun eğdirme fantezileri, sağlıklı bir hali işaret etmiyor. O müşavir tekmesi o ruh hali içinde kendini meşrulaştırıyor. Kutsal devleti nasıl yuhalarsın? Ve elbette Başbakan tokadı da. Kutsal devletin başbakanına ha?

Ve literatürde bu haliyle olmayan bir mesele. Faşizmin bir hıncı vardır, kini... Bunu ‘kindar nesil’den biliyoruz zaten. Ama bu hıncın ve kinin yöneldiği bir alan daha var: Doğa. Kalkınma obsesyonu ile içiçe geçmiş bu hınç ve kinin hedefinde doğa da var dersek abartmış mı oluruz? Şöyle tarif edersek bence değil. Kendi halinde bırakılmış bir hayata karşı hınç bu. Muktedirsem doğaya da hükmedeceğim. Kanal açacağım, havalimanı yapacağım, köprü yapacağım, nükleer santral kuracağım, HES yapacağım... Topluma nasıl nizam intizam verdiysem, vereceksem; doğaya da, toprağa da vereceğim, ona da hükmedeceğim. İzimi bırakacağım. Bu uğurda yasa, mahkeme tanımayacağım. İtiraz edeni, vatan haini ilan edeceğim.

Bu hırs, hınç, neyin kini diye sorduruyor insana, işin doğrusu.

Diyesim şu: Kitabi ve pratik açıdan faşist bir sistemin içinde yaşamadığımız söylenebilir. Ki doğrudur. Ancak bunun artık yavaş yavaş ‘tartışılır’ hale gelmesi, bir yerlere geldiğimizi gösteriyor. Ki bu da önemli bir merhale. Yersiz benzetmelerden kaçınmak ne kadar doğru ve gerekliyse, başka ülkelerde gördüğümüzde ‘alarm’ vereceğimiz gidişatları, burada normal karşılamak da o kadar sıkıntılı.