Bilhassa son yıllarda etrafımıza baktığımızda ne görüyoruz? En azından ben, şunları görüyorum: Devlet-sermaye-parti birlikteliği, bu üç gücün iç içe geçmesi. Parti ile işbirliği yapmayan sermayenin yaşam sahasının daralması, buna mukabil parti ile işbirliği içinde olan sermayenin imtiyazlı bir konuma gelerek devlet katında itibar görmesi. Her türlü mali ve hukuki denetimden uzak oluşu. Parti, devlet ve sermaye arasındaki insan geçişliğinin son derece rahat, kolay ve yadırganmaz oluşu.
Devam edelim. İktidarla aynı frekansta olmayan kişi ve kurumların ‘siyaset’ yapmaktan alıkonmak istenmesi. Bir demokratik ülkenin sacayaklarından olan, –görüşlerini beğenelim, beğenmeyelim– yargı, STK, sendikalar gibi kurumların, iktidarı eleştirdiklerinde ‘siyaset’ yapmakla suçlanması ve anında “Madem öyle, parti kurun, siyasete girin” talebiyle/azarıyla karşılaşmaları. Açıkçası, burada iktidarın özlediği hayat, bildiğimiz orman kanunlarının geçerli olduğu hayat oluyor. Bir kere, oy üstünlüğünü ele geçiren iktidarın, işi ‘güçlüyü dengelemek’ olan kurumları ‘siyaset’ yapmaya, daha doğrusu oy yarışına davet etmesi, güçlü olanın güçsüz olanı boğduğu, tüm hâkimiyeti elinde tuttuğu ve muhaliflerine kendi uygun gördüğü bir alanda yaşama izni verdiği, bunun sınırlarını güçlünün belirlediği bir sistemin özlemidir. Bu haliyle, güçsüzün de kendini teminatta hissedeceği bir rejimle ilgisi yoktur. Demokrasiden çok, faşizme yakındır.
Devam edelim. İktidarın ‘sevmediği’ grupların gösteri yapma hakkının elinden alınması. Bilhassa kentin belli alanlarının gayrihukuki biçimde protesto gösterilerine kapatılması, buralarda gösteri yapmaya kalkan grupların gazla, tazyikli suyla, devlet terörüyle dağıtılması. Buralarda gerekçesiz gözaltılara gidilmesi. Evet, gerekçesiz, çünkü protesto ya da gösteri hakkını kullanan bir yurttaşın gözaltına alınması hukuksuzluktur. Dolayısıyla, alenen hukuk dışına çıkılması, hukukun çiğnenmesi, partinin çıkarları için deforme edilmesi.
Hukuk demişken... Her türlü siyasi krizin, iktidarın hegemonyasını genişletmek için kullanılması. Emniyet ve yargıya hükümete, partiye bağlı insanların getirilmesi, üstelik bunun alenen yapılması. Partiye bağlı olmayan memurların sürülmesi, açığa alınması. Bu yönde yapılacak itirazların partiye ve hükümete karşı olmakla suçlanması, bunun otomatikman bir ‘suç’ haline gelmesi. Parti ve hükümet çevresindeki bir kliğin, büyük yolsuzluk iddialarının odağında olmasına rağmen, soruşturmayı yürütecek savcı ve yargıçların –ikna edici olmayan gerekçelerle– görevlerinden alınması, böylece bu kliğin çevresinde bir zırh oluşturulması.
Ülkenin istihbarat teşkilatının tamamen hükümet ve parti için çalışan bir aygıt haline getirilmesi. Teşkilatın çevresine yargı ya da denetleme ağına takılmaması için geniş ve kalın bir zırh örülmesi. Teşkilatın hayli şüpheli faaliyetlerine engel olan diğer devlet kurumlarının ‘vatana ihanet’le yargılanabilmesi.
Ülkedeki medya kurumlarının büyük bir kısmının kâh mali şantajla, kâh isteyerek hükümet/parti yanında hizalanması, medya kuruluşları üzerinde bir tür korku rejimi yaratılması.
Polis gücünün sadece muhalifleri değil, toplumun büyükçe bir kesimini sindirmesi. Soma faciasından sonra protesto gösterisi yapan insanlara dahi büyük bir hınçla saldırılması, bu insanların neredeyse suçlu çıkarılması. Küçük çocukların dahi gözaltına alınması. Polisin sadece siyasette değil, günlük hayatta da dizginlenemez bir şiddetin aktörü haline gelmesi
Parti yetkililerinin de devlet şiddetini rahatça kullanır hale gelmesi. Başbakanlık Müşaviri’nin, bir göstericiyi Özel Harekât timlerinin nezareti altında tekmelemesi. Bu suç ortaya çıkınca, partinin en üst düzey yetkililerinin bu suçu savunması, asıl mağdurun müşavir olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmesi. Dolayısıyla, devletin, partiye, suç işlediğinde de bir koruma kalkanı oluşturması; devlet ile partinin bu anlamda da iç içe geçmesi.
Başbakan’ın Soma’da bir göstericiyi açıkça tartaklaması. Bu hakkı kendinde görmesi. Dolayısıyla, mevcut ‘rejim’in artık hiçbir hukuki, vicdani ya da ahlaki kuralı tanımaması. ‘Seçilmiş bir güç’ olarak kendini toplumun üzerinde görmesi ve bu gücü fiziki güçle de test etmesi, hatta kurumsallaştırmaya çalışması. Bunu “Başbakan’a yuh çekersen tokadı yersin” gibi, hayli irkiltici bir formüle oturtması.
Bütün bu sürece yoğun bir anti-semitik bir söylemin eşlik etmesi. AKP yanlısı basında her tür gelişmenin altında bir “Yahudi komplosu” aranmasının mutad hale gelmesi, bu yetmezmiş gibi Başbakan’ın tartakladığı göstericiye “İsrail dölü” diyebilmesi, bunun ülkede, bilhassa da iktidara yakın çevrelerde normal karşılanabilmesi.
Emin olun, bu listeyi epey uzatabilirim. Sonuç? Hepsini alt alta koyduğumuzda, ortaya çığırından çıkmış bir rejim tablosu çıkıyor. Gidişatı iki türlü yorumlamak mümkün. Bu oy destekli, ceberut, gitgide daha sağa meyleden, itiraz edenlere yönelik şiddeti ve ‘kötülüğü’ kutsaması hasebiyle faşizmle de flört eden rejimin kemikleşmesi. Ya da AKP’nin tüm o oy desteğine rağmen aslında kontrolü yitirmeye başlaması, yitirdikçe çığırından çıkması, çığırından çıktıkça kontrolü daha da fazla yitirmesi. Her iki ihtimal de, önümüzdeki dönemin zor geçeceğini söylüyor. (Haftaya da muhalefetin durumunu konuşalım.)