Hatırlamak, insanlığın en önemli özelliklerinden biri galiba. Hatırlamakla, kendimizi bir grubun üyesi sayarız, arkadaş ediniriz, ya da düşmanlarımız olur. Hatıralarla kendimizi bir coğrafyaya ait kılarız; hatırlarız, hatırlatırız, nesilden nesile aktarırız hatıraları. Hatıraların mitolojik-efsanevi özellikleri de olabilir, tarihsel ve toplumsal özellikleri de. Bilimsel açıklamaları olan, antropolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleri var hatırlamanın. Biyolojik yönleri de var. Nitekim, yaşadığımız her olay bir hatıraya dönüştüğü zaman, aklımızda o olayla ilgili bazı bilgiler kayda geçer: Olayın yeri, olayla ilgili insanlar, olayla ilgili hislerimiz, ve en önemlisi, olayın zamanı.
Yani yaşadığımız her ânın bir zamanlama kodu bulunuyor zihnimizde. Ancak olay bizimle doğrudan ilgili değilse, olayı kendimiz yaşamamış, başkalarından dinlemiş, tecrübe etmeden öğrenmişsek, o olayla ilgili kayıt kodları azalır, ve zihnimizde olayın kendisi değil, onu öğrenme olayı hatıra olarak tanımlanır. Bu yüzden, tarih öğretimi çok hassas bir konu. Tarih öyle öğretilmeli ki, yeni nesiller geçmişte yaşanmış bir olayı olabildiğince gerçekçi bir ortamda öğrensinler; olayın ağırlığını, iyi ya da kötü, tam olarak tecrübe edebilsinler. Bu, eskiden tiyatrolar, temsiller, büyük oyunlarla yapılırdı; şimdilerde ise, hatıralar 3D ve 4D sinemalarda aktarılıyor.
Ancak, tarihi olduğu gibi yaşatmanın en verimli yöntemi, tabii ki, tarihte yaşanmış bir olayın bitmemiş olduğunu, hâlâ devam ettiğini ispatlamak. Hatıraları yeni nesillere öğretmenin en etkili yöntemi, geçmişi zihinlerde canlandırmanın en güçlü yolu, geçmişin aslında geçmiş olmadığını, eskilerde yaşanan her şeyin hâlâ yaşanmakta olduğunu göstermek. Böylece, hem yeni neslin mensuplarının kendilerini o topluluğun bir parçası olarak görmesi kolaylaşır, hem de eski nesiller yeni nesillere hatıra aktarma görevini başarıyla tamamlamış olurlar. “Tarih kendini tekrar eder” deriz; “Atalarımız başardı, biz de başarıyoruz” ya da “Eski düşmanlar değişmez” anlamında bir şeyler fısıldarız. Eskinin yok olmayacağına inanmak bir tür devamlılık hissi verir, ve bu his üzerine yalnızca gruplar değil, uluslar ve devletler de inşa edilir.
Mesela Lübnan’ın bazı bölgelerinde, Aşura’yı olabildiği kadar gerçekçi şekilde hatırlamak için, insanlar kendilerini keserek, kanlar içinde yürüyüşler yaparlar. 14 asır öncesinde yaşanan bir hadiseyi tekrarlamak, iyi hatırlamak için... YouTube’da, Suriye’de savaşan cihatçılara bakın; sanki Orta Çağ’da savaşıyorlarmış gibi, tarihten bildiğimiz, öğrendiğimiz telaffuzları, kelimeleri ve anlamları kullanıyorlar. Bin sene önce yaşanmış bir olayın intikamı almak nasıl bir durum acaba? Kim böyle bir şey yapar ki? Hatırlamak böyle bir şey işte.
Mesela, çocukluğumda “Güçlüyüm, güçlüyüm / Güçlü Vartan’ın torunuyum” diye öğretirlerdi bize (ki bugün de aynı şey yapılıyor). Hele Paregentan’da (Ermenilerin ‘Cadılar Bayramı’), ellerimize birer kılıç verildiğinde, tam savaşçı olur, kendimizi gerçek birer Vartan sanırdık. Üstelik, bu, ortalama, sıradan bir örnek; en militarist ve milliyetçisi ve en gerçekçisi değil. En ağırı, mesela Karabağ’da olan bitenin, 1915’in bir devamı olarak gösterilmesi. Türkler ile Azerilerin aynı toplum olduğunun söylenmesi, ya da son günlerde Kessab olaylarının Soykırım’ın bir devamı olarak gösterilmesi, insanları geçmişin bugün de devam ettiğine inandırmak için değil midir?
Hadi, diyelim ki Türkiye gerçekten aynı siyaseti devam ettiriyor, Muş’tan Maraş’a, Şuşi’den Kessab’a ve Halep’e, Türkler Ermenilerin peşini bırakmıyor. Farz edelim ki öyle, o zaman niye Ermeniler başka yöntemlerle kendilerini savunmuyorlar? Neden hiçbir şey yapmıyorlar? Çünkü aslında, Ermeniler için, Türkiye’nin ne yaptığı hiç önemli değil; önemli olan, Türkiye’yi düşman olarak göstermek ve bunun için iyi fırsatlar bulmak, olayları ‘doğru’ tarif etmek. Türkiyeliler için bunları anlamak zor olmamalı; geçmişi bugünde yaşatmanın benzer ve farklı yöntemleri Türkiye’de de var. Bu anlamda, birbirini iyi bulmuş, Ermeniler ve Türkler.