Gazeteyi elinize aldığınızda, 30 Mart seçimlerine 10 gün kalmış olacak. Ve kime oy vereceğini baştan beri bilenler dışında kalan kesim için, “Kime oy versek?” tartışmaları da iyice hız kazanmış olacak. Dolayısıyla, meseleye değinmek için uygun bir hafta.
Birkaç eğilim ve tartışma aksi var. Hiç düşünmeden AKP’ye oy verecekleri buraya katmıyorum, aynı şekilde CHP’ye oy verecekleri de. Orada tartışma filan yok zaten. Bu sütunun asıl ilgileneceği konu, AKP’ye oy vermeyecek olan ama kime oy vereceğini bilemeyen ya da bilse de emin olamayan, içinde bir huzursuzluk yaşayanlardır.
İlk ana tartışma, CHP ve İstanbul’da Mustafa Sarıgül, Ankara’da Mansur Yavaş üzerinden yürüyor. Deniyor ki “Tamam, CHP’yi yeterli bulmayabilirsiniz, Sarıgül ve Yavaş da belki içinize tam sinmeyebilir ama AKP’ye sert bir uyarı ya da AKP’den kurtulmak için ilk olarak Ankara ve İstanbul’u kaybetmeleri gerekiyor. O yüzden Sarıgül ve Yavaş’a bas geç.”
Herhalde en çok bu görüşü duymaktayız son günlerde. Açıkçası, kendi içinde tutarlı olabilir, bu argümanla gidip oy verecek olana bir şey diyemem. Ancak kendi adıma şunu söyleyebilirim: İnsan oyunu, aklına iyice yatan birine ya da bir partiye vermeli. İçime, vicdanıma sinmeyen birine ya da bir partiye bugün kadar hiç oy vermedim. Kime oy verdiysem, desteklenmesi gerektiğine inandığım, onu meşru siyasal alanda, parlamentoda görmek istediğim, demokratik hayatımızı zenginleştireceğine, demokrasinin ve halklar arasında eşitliğin bu topraklarda kökleşmesine yardımcı olacağına inandığım için verdim. 25 yıldır böyle. (İlla ipucu arayanlar için burada anahtar kelime ‘halklar’.) Evet, anlıyorum, bu tür kritik seçimlerde taktik adımlar atılabilir, içimize sinmeyen adaylara oy verilebilir, böylece siyasetteki gidişat değiştirilebilir, ya da değiştirme yönünde bir imkân elde edilebilir, dolayısıyla kazanma ihtimali az olan adaya oy vermek, bu gidişatı engelleyebilir vs.
Anlıyorum, bunlar da güçlü argümanlar. Bu konuda diyeceklerim şunlar: Valla, ben kritik olmayan hiçbir seçim hatırlamıyorum. Bilmiyorum, kritik olmayan bir yerel ya da genel seçim hatırlayanınız var mı? Ve bu argüman her seçimde önümüze geldi. Bu seçimde, az önce tarif ettiğim şekilde geldi. Bir ya da birkaç sonraki seçimde, belki “X parti iktidar olmak üzere. Ona verilmeyecek her oy, Y partisine yarayacak. Onun için oyunu X partisine ver” argümanı ortaya atılacaktır. Bunun sonu gelmez.
Bu, partilerden bağımsız olarak şunu dayatıyor bize: “Bu oyun müesses nizamın oyuncuları arasından oynanan bir oyundur. Sistem dışı oyunculara bir yere kadar yer vardır, ama iş ciddiye bindiğinde sistemin asıl aktörlerine dönmek gerekir.” Mantık çok kabaca budur ve bu mantığı kabullendiğinizde artık X partisinden şikâyetçi olma hakkınız kalmaz. Çünkü o partiyi zorlayacak, değiştirecek fikirlerin ve hareketlerin gelişmesini, serpilmesini kendi ellerinizle engellemiş olmaktasınızdır. Bu seçimde şu nedenle, başka bir seçimde de başka bir nedenle bu argüman hep geçerli olacaktır. Dolayısıyla belki bir anda fark edeceksiniz ki, X partisi aslında yıllardır olduğu yerde duruyor ve sistemin bu özelliğinden dolayı, kendine rakip olacak hareketlerin önünü kesmekten başka bir işe yaramıyor; üstelik bunu rıza ile yaptırıyor, kerhen oy atanların hiçbiri de daha sonra dönüp “Ya, ben yıllardır ne yapıyorum” demiyor, bu oyunu oynamaya devam ediyor.
İlkesel itirazlarım bunlar. Fakat gelin yine de taktik kısmını boş geçmeyelim. Şimdi: AKP’nin son yıllardaki otoriter tutumundan daralan, Gezi Direnişi sırasındaki gaddar, kendi tabanını galeyana getirici çizgisinden ve şu son yolsuzluk operasyonu ile ortaya dökülen çürümüşlüklerden ikrah eden, yetmezmiş gibi, sahneye koydukları son Ergenekon oyununu görüp dert edinen ve bir an önce AKP’nin artık hiç olmazsa kendi önerdiği gibi ‘sandıkta’ mağlup edilmesinden yana iseniz, ve bu yolsuzluk soruşturmasının oy marifetiyle örtülmesine razı olmayacak biri iseniz, elbette ki sizi çok iyi anlıyorum, çok sayıda insan öyle, öyleyiz.
AKP seçimleri kaybetmeyecekse –ki bu pekâlâ mümkün–, iki ihtimal görünüyor: AKP’nin büyük bir oy kaybıyla ve az farkla birinci parti çıkması, ya da az bir oy kaybıyla, yine birinci parti çıkması. Kişisel olarak, iki seçenek arasında fazla bir fark görmüyorum. AKP bu seçimlerden şu ya da bu şekilde galip çıkabilir. Ancak şu artık çok açık ki, seçimlerin ardından hayata hiçbir şey olmamış gibi devam etmemize imkân yok. AKP, daha doğrusu Erdoğan ile bu ‘yönetim’ anlayışının sonuna geldik. Sisteme nasıl el koydukları ve bu sistemi nasıl da “Mağduruz” argümanıyla savundukları ortada. Berkin Elvan’ın cenazesinden sonra Erdoğan’ın söyledikleri de keza tarihe geçti. Bu gaddarlığın, bu zihniyetin sadece Türkiye’de değil, herhangi bir ülkede uzun süre tedavülde kalacağını düşünmüyorum. AKP’nin Berkin Elvan’ın cenazesindeki o büyük kalabalık karşısında paniğe kapılarak sokak çetelerini Gezi Direnişi’nin üzerine salma planının da ‘sürdürülebilir’ olmadığı ortaya çıktı, ayrıca.
Özetle, yolun tamamının değilse de bir bölümünün sonuna geldiğimizi düşünüyorum. Evet, genişçe bir taban Erdoğan’ın yanında duracaktır, hatta belki de bu taban gitgide agresifleşecektir. Ancak uzun vadede AKP’nin daha yumuşak ve ılımlı bir çizgiye çekilmek zorunda kalacağını düşünüyorum.
Bu kadar lafı niye ettim? Asıl meseleye gelmek için: AKP, Gezi Direnişi’nin de etkisiyle, ya da bana sorarsanız büyük oranda bu direnişin çizdiği yeni politik hat sayesinde kendini bu yola soktu. Yani aslında AKP’yi tapelerden, müesses nizamdaki rakiplerinden önce ve en az onlar kadar, sistem dışı bir hareket, hiç hesapta olmayan bir hareket zayıflattı, ‘yenilmez, sarsılmaz’ imajını yıktı.
Bu yüzden, eğer mesele ilke değil taktikse, orada da büyük bir baskı hissetmenin âlemi yok. Oyun zaten ne zamandır –her ne kadar öyle görünse de– kurulu düzenin aktörleri arasında oynanmıyor. Sistem içi muhalefet, sistem dışı muhalefetin arkasından, hem de epey arkasından geliyor. Öncelikle o güce sırtımızı dönmeyelim derim. Buradan yola çıkınca, gerisi zaten gelir.