Geçen haftayı, neredeyse tamamen, Başbakan Erdoğan’ın bir medya grubuna yerleştirdiği, ‘adamı’ diyebileceğimiz bir işadamı vasıtasıyla söz konusu grubu bizzat nasıl yönettiğinin ‘tape’lerini okuyarak geçirdik. Anlaşıldığı kadarıyla bunlar akıbeti belli olmayan ikinci soruşturma dosyasında bulunan mahkeme kayıtlı dinlemelerdi. Zira Erdoğan’ın olur olmaz her yerden aradığı şahıs, yani Fatih Saraç’ın künyesine baktığımızda ikinci dosyada ismi geçen Yasin El Kadı ile bir dönem ortak olduğu anlaşılıyor.
Söz konusu kayıtlar uzun yıllardır ayan beyan ortada olan AKP - sermaye medyası ilişkileri açısından hayli öğretici özellikler taşıyor. Kimi medya/sermaye gruplarının, AKP ile organik ilişki içinde olan isimleri yönetici kademelerinde görevlendirdiği zaten bilinmekteydi. Bu kişilerin de söz konusu sermaye grubu ile AKP arasında bir aracı konumunda oldukları kolaylıkla tahmin edilmekteydi. Açığa çıkan kayıtlar bu ilişki biçiminin hangi esaslar üzerinden yürüdüğünü ortaya koyuyor. Dolayısıyla, önemlidir elbette, ancak şaşırtıcı değildir.
Burada asıl üzerinde durmamız gereken konuya gelince; AKP iktidara geldiğinden beri şu nokta üzerinde bilhassa duruyor, bu tabloyu değiştireceğini öne sürüyordu: İstanbul basını diye bir basın vardı ve bunlar çoğu zaman ‘milli irade’yi umursamazlardı, kendi özel gündemleri vardı, vesayet sisteminin emrinde iş yapmaktaydılar ve AKP’ye ayrıca düşmanlık beslemekteydiler. Bu, bir ölçüde doğru ama eksik analiz sonrasında AKP’nin yaptığı ilk iş, İstanbul medyasını –ya da birlikte / iç içe serpildiği laik burjuvaziyi– kıskaç altına almak oldu.
Bu grubun örgütlendiği TÜSİAD yoğun baskı altına alınırken, gruplar üzerinde de kâh maliye/vergi eliyle, kâh başka vesilelerle sıkı bir denetim, daha doğrusu bir anlamda şantaj uygulandı. AKP muhtemelen bunu gayet meşru görüyordu, zira bu grupların bazıları geçmişte devletten imtiyazlı muamele görmüşler, hatta bazıları (kim olduklarını hepimiz biliyoruz artık) hükümet devirme operasyonlarına bile girişmişlerdi. Dolayısıyla bu gruplara karşı yürütülecek her operasyon onlara göre mubahtı.
Beri yandan, AKP laik burjuvazi ile iş yapmaktan da vazgeçmedi. Hâlâ süren ilk yerli yapım Türk tankı projesi, –daha sonra iptal edilen– milli gemi projesi buna örnektir. Keza şimdilerde tavsayan ama bir dönem iş dünyası üzerinde yoğun biçimde hissedilen “Yerli oto üretin” talebini de hatırlayabiliriz. Dolayısıyla bu ilişki biçiminin sadece ‘mecburiyet’e dayandığını düşünmek doğru olmaz. İşadamları için de bu, eğer koşullar uygunsa, aynı zamanda bir ‘business’ idi. İki taraf için de biraz tekinsiz bir business...
Ancak AKP bir yandan da kendi özel burjuvazisini yaratmaya çalıştı. Bilhassa inşaat / arazi / kentsel dönüşüm gibi rant toplama/dağıtma işlerinde kendine daha sadık bir müteahhit grubunun oluştuğunu görmekte, bilmekteydik. Kentlerin çehresini değiştiren, daha doğrusu tahrip eden, doğal ve kültürel alanda ciddi yıkımlara neden olan, ancak bir yandan AKP tabanının bu büyük ranttan küçük de olsa pay alma ihtimalini, imkânını doğuran bu projeler, genel olarak belli isimlere/gruplara gitmekteydi.
Böylece AKP’nin emrinde iki ayrı burjuvazi oluştu diyebiliriz: 1) Sadakatinden bir türlü emin olmadığı, ilk fırsatta muhalif cepheye geçeceğinden şüphelendiği, bir türlü tam olarak biat ettiremediği, bu yüzden de bir cins şantaj ile kontrol altında tuttuğu ya da tutmaya çalıştığı, ekonominin hâlâ büyük bir kısmını kontrol eden laik burjuvazi. 2) Sadakatinden emin olduğu, kendi elleriyle epeyce büyüttüğü, sadece o istedi diye, ortada kalan gazete ve televizyonları alabilecek, kendisine tamamen bağlı bir medya kurulması için büyük paralar harcayabilecek, ‘büyük patron’un verdiği güvenle hukuki açıdan başa bela açacağı belli işlere rahatlıkla girebilecek, muhafazakâr burjuvazi – ya ‘da müteahhit dünyası’ diyelim bunlara. Burada bir üçüncü kategori olarak, Cemaat’e yakın iş dünyasını saymak gerekebilir ancak bu cephe, AKP ile, müteahhitlerde gördüğümüze benzer bir ilişki içinde olmadı. Zaten bütün bu türbülansta bu cephenin özerkliğini zorlanarak da olsa –şimdilik– koruduğunu görebiliyoruz.
Cemaat ile ilişkilerin bozulmasıyla, AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın en korktuğu şeylerden biri, ‘sadakat’inden bir türlü emin olmadığı laik burjuvazinin saf değiştirmesiydi. Bu korku/paranoya hallerini Gezi Direnişi döneminde de görmüştük. (Medya gruplarına ‘adam’ yerleştirmek ya da grubu buna mecbur bırakmak da böyle bir kontrol takıntısının ürünü.) AKP böyle dönemlerde büyük bir paranoyaya kapılıyor ve sarıldığı tek silah ‘dış güçler’, ‘faiz lobisi’ vb. soyut kavramlar oluyor. Paranoyaya kapılıyor, çünkü temelinde şantajla kurulan bir ilişki bu ve muhtemelen hiç düzelmeyecek. Öncelikle ‘doku’lar birbirini tutmuyor ve açık bir ‘kast’ mücadelesi var burada, yani o hayal edilen biat modelinin işlemesi çok zor. Çünkü laik burjuvazi de kendini AKP ile aynı oranda ülkenin sahibi görüyor. Bunun Cumhuriyet tarihine, bilhassa ilk yıllarına uzanan, mülk transferlerini de içeren, DP, AP ve ANAP dönemlerinde giriftleşen boyutları ,var ancak oralara girersek bu yazının boyutlarını aşmış olacağız.
Hikâyemiz kabaca böyle. Peki, çıkaracağımız sonuç ne? Mevcut durumda herhalde şunu söyleyebiliriz: Baştan beri dikkat ettiğimiz, tarif etmeye çalıştığımız şuydu: AKP yakın tarihteki medya-sermaye-iktidar ilişkilerinden şikâyetçiydi. Meselemiz şu ki, bu yapıyı değiştirmeyip, aynen, hatta daha pervasızca kullanmayı tercih etti, böyle yapmayı daha çok sevdi. Çünkü o yapıyı gayet kullanışlı buldu ve hatta yenisini/yedeğini imal etti. Yetmedi, ‘pararel’inden de faydalandı. Gücü kullandıkça, o güçle sarhoş oldu, bu gücünün sınırının olmadığını düşündü. Ve bu hikâyenin sonunda yargıya yansıyacak, yansımış, bir tanesi bile herhangi bir hükümeti epey zor durumda bırakacak boyutta birçok dosya biriktirerek, o çok eleştirdiği, güya yıktığı vesayet sisteminin çürümüş bir kopyası olmaktan öteye gidemedi.
Asıl sorumuz: Peki bundan sonra? Bu sistem değişir mi? Gönül rahatlığıyla müspet bir yanıt vermek zor. Göreceğiz.