12 Temmuz 2013 tarihli ‘Kutsal AKP Devleti’ başlıklı Agos yazımın bir yerinde şunları söylemiştim:
“AKP öncesi devlet, nasıl ki kendine bir kutsallık atfediyor, her türlü muhalif hareketi ‘devlete/millete karşı bir kalkışma’ olarak görüyor ve bunlara bu nispette bir ‘orantısız güç’ ile karşılık veriyor, bunu nasıl meşrulaştırıyor idiyse, AKP de devraldığı ve birleştiği devlete, mecazen değil neredeyse kelimenin sözlük anlamıyla bir kutsallık atfetmiş durumda ve o da her türlü harekete bu ‘kutsallığa’ karşı bir hareket olarak bakıyor, ‘orantısız bir güç’ harcıyor ve yaptıklarını meşrulaştırıyor.”
Bu sözler Gezi direnişiyle ortaya çıkan muhalefet dinamiği karşısında AKP’nin takındığı tavra ilişkindi. Benzer bir dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Yani AKP’nin Gezi ile ‘17 Aralık soruşturması’nı bitiştiren tavrı, tersten de olsa doğrudur. İki ayrı dinamikten bahsediyoruz ama iktidarın iki gelişmeye verdiği tepkiler tıpatıp aynı.
Şiddetli bir karalama kampanyası, çığırından çıkan bir medya, argümantasyonda rasyonelliğin sık sık kaybolması, iktidar partisi üyelerinin mantık sınırlarını zorlayan sözleri, kimi zaman savunacağım derken ikrara varan açıklamalar, her fırsatta suçlanan, belirsiz kalmasına dikkat edilen ‘küresel’ aktörler; ‘lider’in, totaliter rejimleri ve bu rejimlerin liderlerini hatırlatacak derecede sık ve tehditkâr bir şekilde, yüksek sesle konuşması; bu konuşmaların neredeyse tüm medyada yayınlanması; bu konuşmalarda ‘millet’ kavramının çok sık yer alması ve ‘millet’in yine totaliter rejimleri anımsatacak biçimde tektipleştirilmesi, ondan yekpare bir bütünmüşçesine bahsedilmesi ve ‘lider=parti=millet’ denkleminin yine tehlikeli biçimde kurulması; bütün bunların, çürüdüğü ayan beyan ortada olan ilişkileri, ekonomik sistemi korumak için yapılması hiç de iyi sinyaller vermiyor.
Kavganın diğer tarafında duran Cemaat cephesi de bu sistemin yakın zamana kadar ortağı, vurucu gücü idi, dolayısıyla AKP’nin bu biçimde davranması Cemaat’i otomatik olarak temize çıkarmıyor elbette. Ancak bu tehdit karşısında AKP ve ideologlarının davranış biçimi, bir zamanlar AKP’ye çok geniş bir kredi açan bazı kesimleri de rahatsız edecek duruma geldiğine göre, olup bitenlere biraz daha yakından bakmak gerekir.
Mevcut tehdit karşısında AKP’nin kullandığı silahlar, şüphe uyandırıcı bir hal almaya başlamıştır. Başbakanlık Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın “Orduya kumpas kuruldu” sözleriyle başlayan süreç, Akdoğan bir miktar perde gerisine çekilse de, bu formüle uygun şekilde ilerliyor.
Dolayısıyla, şu soru üzerinde durulabilir: Yeniden yargılama formüllerine dair arayışların sürmesi, tahliyelerin hızlanması ve mahkemelere kanaat üreten TÜBİTAK gibi kurumların, birkaç yıl öncesi ile kıyaslandığında 180 derece ters kararlar vermesi nasıl açıklanabilir? Buna şöyle bir yanıt vermek mümkün: Yargı ve devlet kurumları Cemaat’ten temizlendikçe hukuka uygun kararlar da gelmeye başlamıştır. Bu, bir açıklama. Ve gayet de mümkün. Ancak geride bıraktığımız yıllardaki AKP-Cemaat birlikteliği ve bu birlikteliğin, bilhassa Cemaat’in devlet içindeki konumunu eleştirenlerin hem Cemaat, hem de –aynı– AKP ideologlarınca ‘darbeci’ olarak nitelendirilmesi, bize şunları gösteriyor:
İlk olarak ‘darbeci’ tanımının son iki-üç yılda nasıl da 180 derece değiştiğini ve bu işte bir tuhaflık olduğunu... Bu tanım üç yılda iktidar tarafından üç kez değiştirildi – önce ordunun bir kısmı (ki artık, tam da öyle değillermiş deniyor), sonra gezi muhalefeti, şimdi de iktidarın eski ortağı. Bu hıza ayak uydurmak hayli güç. İktidar aynı iken resmi görüşün bu kadar sık değişmesi, daha çok otoriter/kapalı zihniyetleri hatırlatıyor. Bunu herhalde en başta AKP açıklamalıdır. Bu durumun gösterdiği ikinci şey ise, AKP’nin bir yolsuzluk soruşturması karşısında direksiyonu tam ters tarafa kıracak esnekliğe sahip olduğu ve eski düşmanları üzerinden yeni bir rejim kurmak için zemin/argüman aradığı. Yani, AKP’nin ‘Kutsal Devlet’ini korumak için yapmayacağı şey olmadığı...
Bu tablo, biraz yakın tarihi anımsatıyor – başta yadırgatıcı gelecektir ama İttihat Terakki devletini, daha çok / asli olarak da zihniyetini... Kutsal bir mefkûre (bu örnekte ‘dışlananların iktidarı’) uğruna tüm devleti ve ekonomik sistemi ele geçirme, hayli değişken/elastik ittifaklar kurma ve tüm bu hamleleri yine ‘kutsal’ bir argüman içinde sunma. Ve elbette, buna uygun bir dış politika. Aynı kutsal mefkûre uğruna bilhassa küresel/bölgesel ölçekte maceralar arama, bir tür sorgulanmaz ve hesap vermez bir Teşkilatı-ı Mahsusa oluşturma. (Bu örnekte buraya MİT’i ve Suriye’yi koyuyoruz elbette.)
Yine bu kutsal mefkûre için ülke içindeki etnik gruplarla taktik ittifaklar kurma. Burada “Çözüm süreci aynı o vakitler olduğu gibi hüsranla sonuçlanacaktır” ya da “Kürt siyaseti bu denklemi görememektedir” gibi bir imada bulunduğumun düşünülmesini istemem: Hayır, hüsranla sonuçlanmayabilir, şartlar elbette değişmiştir ve Kürt siyasetinin denklemin farkında olduğu da ortadadır. Tek söylediğim, AKP’nin bu hamleyi o zamankine benzer –değişken– iktidar kombinasyonları etrafında geliştirdiğidir. Dolayısıyla, AKP’de Kürt meselesi etrafındaki siyaset ve söylem farklılığını, yaşanan zikzakları da bu çerçevede görebiliriz.
Özetle ‘rejim’i korumak için yapılmayacak ittifak, girilmeyecek rota yoktur gibi görünüyor. Birkaç yıl öncenin –iktidara meşruiyet sağlayan– argümanları, uygulamaları, felsefesi tamamen terk edilebilir, tam ters yöne direksiyon kırılabilir, dışarıda ilkesel gibi görünen, kâğıt üzerinde haklı gibi görünen bir dış politika tamamen hesapsız bir maceraya çevrilebilir ve çıkmaza saplanılabilir, her tür kriz devlet içindeki hegemonyayı genişletmek için kullanılabilir, tüm eleştiriler hayli milliyetçi ve içe kapanmış bir söylem içinde boğulabilir, ‘parti’ ile uyumlu hareket etmeyen herkes ülkeye ihanet içinde olmakla itham edilebilir. Kutsal AKP Devleti’ni korumak için her şey mubahtır.