Salı sabahı ajanslara düşen haber şaşırtıcı değildi ama, o meşhur kalıpla söyleyecek olursak, zamanlaması manidardı. Roboski Katliamı’nı soruşturan askeri savcılık, dosya hakkında ‘takipsizlik’ kararı vermişti. Bu, bir anlamda malumun ilanı gibi oldu. AKP’si, cemaati, eski TSK’sı, yeni TSK’sı velhasıl tüm kanatlarıyla ‘devlet’in ilgisini çekmemişti 34 insanın bombalanarak öldürülmesi. Türkiye’de Kürt öldürmek, hâlâ, devlet açısından önemli bir suç değildi. “Terör vardı, ne yapalım” deyip sıyrılabilirdiniz işin içinden. Bunu böyle resmi biçimde ilan etmek de AKP iktidarına nasip oldu. Yapacak bir şey yok. İktidarın tepesindekiler ne yaptıklarını zaten biliyorlar. AKP medyası da artık bu gerçekle yaşamayı, bunu realize etmeyi öğrenir herhalde.
Aynı gün bir de duruşma vardı Çağlayan Adliyesi’nde: Yeniden başlayan Hrant Dink cinayeti davasının yeni duruşması. İlginç bir döneme geldi bu duruşma, zira Dink Ailesi avukatlarının ve adalet arayıcılarının ısrarla yargılanmasını istedikleri kamu görevlilerinden bazılarına yolsuzluk soruşturması dalgası vurmuştu. Hrant’ın Valilik’te tehdit edildiği dönemde İstanbul Valisi olan, şimdinin içişleri bakanı Muammer Güler, oğlu bu soruşturma çerçevesinde tutuklanınca istifa etmek zorunda kaldı. Dönemin Emniyet istihbaratındaki kilit isimlerinden olan ve geçen haftaya kadar Emniyet Teftiş Kurulu Başkanlığı görevini yapan Ramazan Akyürek ise cemaate yönelik karşı operasyon çerçevesinde yüzlerce polis şefiyle birlikte görevden alındı. O Ramazan Akyürek ki, cinayetle ilgili her dosyada adı geçmişti. Cinayet öncesinin ve sırasının kilit isimlerinden biriydi. Adil bir mahkemede yargılansa bazı şeyler değişebilir, perde biraz olsun aralanabilirdi.
Bu isimler Dink cinayetine bir şekilde bulaştıkları için görevden alınmadılar. Haşa. Bu yolsuzluk soruşturması olmasa görevlerine devam edecek, devletin görünmez zırhı içinde kalacaklardı. Tam da burada, devletin bu konulardaki görünmez zırhı üzerinde bir kez daha durmak gerekmez mi, mesela?
Haftalardır AKP’li bakanları, bakan çocuklarını, bürokratları ve AKP’ye yakın işadamlarını hedef alan yolsuzluk soruşturması ile gelişmeleri okuyoruz. Bu soruşturmanın, AKP ile Cemaat arasında artık neredeyse ‘ölümüne’ bir mahiyet kazanan mücadele ile ilgili olduğuna şüphe yok. Hayli sıkışmış durumda olan AKP de bu kuşatmayı yarmak için kendisini ‘milli irade’ olarak sunmaya, Cemaat’i ‘devlet içinde devlet’ olarak tanımlamaya gayret ediyor ve demokrasi yanlısı güçlerin yanında hizalanmasını istiyor. Cemaatin çözüm sürecindeki kötü ününden eğ faydalanarak, bu hamlenin aynı zamanda süreci hedeflediğini söylüyor ve siyasal Kürt hareketini de yanında durmaya çağırıyor. Siyasal Kürt hareketi mevcut durumda AKP’nin karşısına geçmedi ve Cemaat’i ‘paralel devlet’ olarak tanımlamaya devam ediyor. (KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Bese Hozat’ın, Cemaat’i Gladyo ile bağlantılı ‘paralel devlet’ olarak tanımlarken, Ermeni ve Rum lobilerini de yine bu yapı içinde birer paralel yapı olarak tanımladığına dikkat çekelim. Öcalan’ın geçen yılki ifadelerinin bir vesileyle yeniden dolaşıma sokulması, doğrusu can sıkıcı.)
Ancak aynı AKP bir yandan da Cemaat’i sıkıştırmak ve topluma “Ergenekon ve Balyoz’da hatalı mahkeme kararlarını verenler işte bunlardı” demek için, bu iki davayı yeniden gündeme getirmiştir. Bu amaçla hukuk cephesindeki ulusalcı kanadın temsilcilerine görev vermiş ve bu konudaki haksızlıkların giderilmesi için hukuki bir formül üretmeleri istenmiştir. Bu plan çerçevesinde, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu Silivri Cezaevi ve Başbakan Erdoğan da dahil olmak üzere, çeşitli çevrelerle temasta bulunmakta. Doğrudur, sonraki günlerde Feyzioğlu’nun isminin üzeri, ‘iddialı’ açıklamaları nedeniyle AKP tarafından çizilmiş gibi görünse de, ‘plan’ hâlâ masada gibi görünüyor.
Araya girip şu notu düşmek gerekir: Bu iki davada icra edilen hukuksuzluklara bir formül bulunmasına elbette kimsenin itirazı olamaz. Ancak gerçekte yapılanın bu olduğuna, herhalde çocuklar bile inanmaz. İktidar mücadelesinin şiddetlenmesi ile birlikte AKP tarafından icra edilen hayli kıvrak adımlara tanık olmaktayız. Yani Kürtlere “Yek çıkışınız biziz” deyip (ki bunu “Bizim tek çıkışımız sizsiniz” diye okumak bence daha doğru), bir yandan da ‘eski devlet’le masaya oturan bir partidir AKP. Bu cambazlık ne kadar sürer ve AKP bu ip üzerinde ne kadar yürür bilemiyoruz, ancak bu tablo ne Kürt sorununda adil bir çözüm, ne de adil bir hukuk sistemi için umut veriyor. Eklemeye gerek yok; yolsuzluk ve rüşvetten olabildiğince arınmış bir sistem için hiç umut vermiyor. AKP neredeyse “Şu para pul, rant alışverişimize bulaşmayın, hem bazı komutanları salalım, hem de müzakere devam etsin” diyecek duruma gelmiştir. (Yeri gelmişken şu notu da düşeyim: Bu yolsuzluk soruşturması ile ‘süreç’ hedefleniyorsa, yapılacak şey basit değil mi? Süreci artık ‘yasal’ bir çerçeveye oturtmak için daha uygun bir zaman olabilir mi? Kürt hareketinin de baştan beri talep ettiği bu adımı atmamak için ne tür bir mazereti var acaba AKP’nin?)
Peki, başa dönecek olursak, bütün bunlar bize ne söylüyor? Şunu söylüyor: AKP ile Cemaat arasında süren o ölümüne kavgada bile Dink cinayetine ilişkin tek bir bilgi sızmıyor. Yani o cephede, söz konusu olan bir Ermeni’nin öldürülmesi ise, ‘ittifak’ dağılmıyor. Diğer cephede ise AKP pekâlâ eski devletin temsilcileri ile yeniden pazarlığa oturmayı düşünebiliyor. Ki cinayetin bu cephedeki uzantılarını ortaya çıkarmak için hiçbir şey yapmamıştır AKP. Dolayısıyla, o cephede de yeni ittifaklar ya da temaslar gündeme gelebiliyor. Özetle, en derinde ‘milli’ bir gelenek, ‘milli’ bir ittifak var. O hiç dağılmıyor. Taş gibi yerinde duruyor.