Salı sabahı ihale yolsuzluğu operasyonuna ilişkin haberler internete düşmeden hemen önce içinde bulunduğumuz tablo şuydu. Geçtiğimiz yıllarda emniyet ve yargının hangi çürük delillerle operasyon yaptığı gerek AKP, gerekse cemaat medyasından saçılan bilgilerle bir bir ortaya çıkıyor, gazeteci olarak geçinen isimlerin bu operasyonlarda nasıl da karanlık roller üstlendikleri gün geçtikçe anlaşılıyor, taraflar birbirlerini suçlarken kendilerini de zorda bırakacak yakası açılmadık bilgileri açığa vurmaktan çekinmiyorlardı. Bu, yaşanan iktidar mücadelesinin ne kadar şiddetli olduğunu gösterdiği kadar, şunu da gösteriyordu: 2007 sonrasında AKP ve cemaatin birlikte kurdukları “rejim”, sanki yavaş yavaş çökmekteydi.
Tabii çökme derken AKP ‘nin iktidardan düşmesini kastetmiyorum. Asli olarak kastettiğim “vesayet rejimi” yerine kurulan ve “normalleşme”, “ileri demokrasi” olarak sunulan bir rejimin çatırdamasıdır. Dolayısıyla AKP bütün bu olup bitenlerden sonra/yanısıra hayatına belki devam edebilir, seçimlerden galibiyetle çıkabilir. Ama şu çok açık ki artık eski iddiasında olamayacak, olsa bile inandırıcılığı hayli sınırlı kalacaktır.
Sadece şu geçtiğimiz hafta –17 Aralık öncesi- ortaya dökülen bilgiler bile perde önünde Ergenekon ve benzeri kritik operasyonlar yapılırken bir yandan da nasıl bir polis rejimi içinde yaşadığımızı ispatlamakta. Kimi gazetecilerin ve yazarların tutuklanacağı yönünde tezvirat yayılması, bazı “gazetecilerin” bu tezviratlar üzerine Hükümet çevreleri ile temasa geçmesi ve “vardı ama halledildi” cevabının gelmesi, devlet-medya-emniyet üçgeninde ne tür bir atmosfer içinde yaşadığımızı ortaya koyuyor. Üstelik aradan hayli zaman geçmesine rağmen, böyle bir “hazırlık” olduğundan hala kimse emin değil.Yani bu bir “yanıltma” operasyonu da olabilir. Açıkçası totaliter ülkelere özgü bir manzara bu, kabul etmek gerekir ki. Tabii olup bitenler bununla da sınırlı değil.Yine aynı dönemde kimi “gazeteciler”, başka gazetecilerin gözaltına alınmak üzere olduğunu açık açık yazabildiler.Keza kimi gazeteler de gözaltına alınan –başka- gazeteciler için gayet suçlayıcı manşetler atmaktan çekinmediler. Şimdi, AKP –cemaat kavgası sayesinde bütün bu bilgiler yeniden ortalığa saçılınca ve bir zamanlar “ortak” hareket eden “resmi gazeteciler” belaltı iddialarla birbirine girince, nasıl bir dönemden geçtiğimizi daha net görebiliyoruz. Bir nevi AKP’nin Susurluk kazasıdır bu.
Benzetme abartılı gelebilir. Ama o dönemi hatırlayacak olursak, yaşanan, devlet içinde aşırı güç kazanan bir kesiminin artık tasfiye edilmesi idi. Tasfiye edenlerin de tasfiye edilenlerin de aslında aynı “devlet” olduğunu, yani aynı devlet felsefesinden/ resmi görüşünden meşruiyet aldıklarını geçtiğimiz hafta bu sütunlarda yazmıştım. Dolayısıyla bu tip operasyonlarda “sonuna kadar” gidilmesini beklememek gerekir. Çünkü sonuna kadar gidildiğinde basitçe devlete gidilir. Ama paradoks şudur: gidilmedikçe de devlet çürür ve çöker.
AKP işte bu sonuna kadar gidilmediği için çürüyen ve çökmeye yüz tutan bir devleti devralmıştı. Tam da bu yüzden eski rejimi tasfiye etmesi evet çetin koşullarda geçti ama aslına bakılırsa bir yandan da kolay olmuştu. Çünkü eski rejimin aktörleri sonuna kadar gidilmeyeceğini bildikleri için etrafta çok fazla iz bırakmışlardı. Bu rahatlık içinde davranmaları yüzünden yeni rejim gereken hamleleri -kimi zaman hukuk oyunlarına da başvurarak, bazen kurunun yanında yaşı da yakarak- yapabildi.Bu kapsamlı operasyondan sonra gördüğümüz manzara şuydu. Eski devleti çürüyen ve çökmekte olan bir bina gibi düşünecek olursak, AKP bu binayı devralmış ve restore etmişti. Çok temel çizgilerden sapmayacaktı, ama binayı da fazla çürümekten kurtaracaktı.Hatta eskisinden de sağlam hale getirecekti.AKP tüm meşruiyetini buradan almıştır açıkçası.
Almıştı ancak şu yukarıda tarif etmeye çalıştığım tablonun tüm emareleri ta o zamanlar da biliniyor, fark ediliyordu. Ve bu tip itirazlar AKP’ye yakın kesimler tarafından “Cemaat” hesabına yazılıyor, ancak bu durumdan gizli bir memnuniyet duydukları da farkediliyordu. Hava, “işte bunlar da bizim yaramaz çocuklar, takılmayın, halledilir” şeklindeydi daha çok. Dolayısıyla geçen hafta da dikkat çektiğimiz gibi yeni rejim AKP ve cemaatin ortaklığında, birlikte kuruldu, iki taraf da meşruiyetini ve gücünü birbirinden aldı diyebiliriz herhalde. Çürüyen, çatırdayan, işte bu rejimdir.
Salı sabahı detaylarını büyük ölçüde twitter vasıtasıyla öğrendiğimiz –çünkü medyanın büyük bölümü yine o totaliter ülkeleri hatırlatacak biçimde korkudan derin bir suskunluğa gömülmüştü- yolsuzluk operasyonu işte bu tablonun üzerine oturdu. Salı günü itibariyle gördüğümüz; AKP’nin rant/arazi sisteminin temel dayanağı olan inşaat sektörünün önemli aktörlerinin, kritik makamlarda görev yapan üç bakanın oğlunun (Çevre ve Şehircilik, Ekonomi ve İçişleri bakanları) bir kamu bankasının genel müdürünün ve bir ilçenin belediye başkanı ile önemli bürokratların gözaltına alındığı, yani sistemin ekonomik açıdan da çürümeye yüz tuttuğu yönündedir. Ki bu da zaten tahmin edilmekte, AKP-Cemaat savaşının kızışmasıyla yolsuzluk dosyalarının ortaya dökülmesi beklenmekteydi. Şu var ki, operasyonla birlikte basına sızdırılan bütün bilgileri hemen “kesin”miş gibi kabul etmek doğru değilse de operasyonu tamamen bir “tertip” olarak görmek de mahzurludur. Gayet ciddi iddialarla karşı karşıya olduğumuz ortada. Hatta yeni rejimin aktörlerinin de -aynı eski rejimin aktörleri gibi- “aşırı” bir rahatlık içinde davrandıkları sonucunu çıkarmak da yanlış olmaz. Bu herhalde biraz da “dokunulmaz” olduklarını düşünmeleriyle ilgili.
Süregiden savaş içinde AKP’nin bu tabloyu da Cemaat’in bir darbesi olarak sunacağı, milli iradeye karşı –hem de dış destekli- bir hamle olarak lanse edeceği anlaşılıyor. AKP bu argümanla en azından psikolojik hamle üstünlüğünü, meşruiyetini koruduğunu düşünebilir, hatta koruyabilir de. Ancak şu artık anlaşılıyor: oralarda çürüyen bir şeyler var.