Berlin’de düzenlenen ‘Duvarları Yıkmak: Türkiye’de Dini Eşitliği Başarmak’ konferansı yoğun ilgi gördü. |
Geçen hafta Berlin’de düzenlenen ‘Duvarları Yıkmak: Türkiye’de Dini Eşitliği Başarmak’ başlıklı konferans, memlekette din özgürlüğü, eşitlik ve demokrasi konularındaki derin sorunları gündeme getirme çabası itibarıyla çok önemliydi. Zira Türkiye, Müslüman olmayan topluluklar veya Aleviler söz konusu olduğunda, dini özgürlükler ve eşitlik konusunda hayli zayıf bir karneye sahip ve bu alanda sorunlar ortadan kalkmış değil. Konferansın, şehri ikiye ayıran duvarın yıkılmasıyla tarihin akışının değiştiği Berlin’de düzenlenmesi de tesadüf değildi şüphesiz; çünkü Türkiye’nin de kendi duvarlarını yıkmaya ihtiyacı olduğu aşikâr.
Toplantının ev sahibi, ABD’de faaliyet gösteren Archons of the Ecumenical Patriarchate adlı örgüttü. Kendilerini Kilise’ye hizmete adamış olan Archon’lar, hayır işleri ve diğer sivil toplum faaliyetleri yoluyla, Ana Kilise’nin, yani merkezinde Fener’deki Ekümenik Patrikliğin olduğu Ortodoks Kilisesi’nin yararı için çalışıyor. Archon’lar, bundan üç yıl önce, 2010’da, Brüksel’de, din özgürlüğü konulu ilk konferanslarını düzenlemişti ve o toplantı da, sadece Kilise’ye değil, Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıda bulunmak anlamında yararlı tanışma ve tartışmalara vesile olmuştu.
Archon’lar için toplantının temel vurgusu Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılmasıydı. Ancak konferans oturumları, Türkiye’deki bütün grupların sorunlarını ele alıyordu. Birbirine benzeyen ve benzemeyen yönleriyle Türkiyeli Aleviler, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Protestanlar, Katolikler, dini alanda yaşadıkları sorunları gündeme getirme şansı buldular.
Üç yılda değişen hava
Üç yıl önce yapılan konferansa nazaran, Berlin’deki buluşmada, düzenleyici Archon’lar Türkiye’deki gidişata dair çok daha umutsuz görünüyordu. Brüksel’de, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, sorunların çözüm yoluna girmesinin çok yakın, Ruhban Okulu’nun açılmasının an meselesi olduğu mesajlarını vermiş ve yüz yıllık küskünlüklerin artık son bulacağını müjdelemişti. Berlin’e ise hem hükümet katından katılım olmaması, hem de özellikle son dönemlerdeki gelişmelerin, Ayasofya’ya dair açıklamaların ve Ruhban Okulu’nun halen kapalı olmasının etkisiyle, yüzler asıktı. Öğrendiğime göre, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç konferansa davet edilmiş, ancak programının yoğunluğunu gerekçe göstererek daveti geri çevirmişti.
Türkiye’deki gayrimüslimler, nüfusun ancak binde birini oluşturuyorlar. Rum, Ermeni, Süryani ve diğer Hıristiyan grupların, Yahudilerin, Yehova Şahitlerinin, Bahailerin sayısını üst üste koysanız, yüz bin sayısına ancak ulaşıyorsunuz. Bundan yüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğu nüfusunun dörtte birinin gayrimüslim olduğunu hesaba kattığımızda, bu alanın nasıl şiddet dolu bir tarihe sahne olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Bu şiddet dolu geçmişin izleri bugün de silinmiş değil. Şu bir gerçek ki, AK Parti iktidarı, gayrimüslimler söz konusu olduğunda geçmiş iktidarlara nazaran daha ılımlı ve yapıcı bir dil kullanıyor; bazı sembolik adımlar atarak, Müslüman olmayan grupların sorunlarının çözümünü amaçladığı mesajını da veriyor, ancak meseleye biraz daha yakından bakıldığında, bu mesajların içeriğinin genellikle boş, sorunları kökten çözme yaklaşımından uzak olduğunu görebiliyoruz.
Gıdım gıdım adalet
Bugünkü siyasi iktidar, gayrimüslimlerle ilgili haksızlıkları tümden giderecek ve onları eşit vatandaşlar olarak tanıyacak adımları atmak yerine, bu konuyu bir imaj çalışması, yerine göre de bir pazarlık unsuru olarak kullanan bir yaklaşımı benimsiyor. Bu da, geçmiş hükümetlere nazaran onları bir adım ileri taşısa da, bugünün dünyasında, demokrasi kriterleri açısından çok sorunlu bir tutuma işaret ediyor.
Öyle olduğu içindir ki, yıllardır açılacağı söylenen Ruhban Okulu hâlâ bir diplomatik pazarlık kozu olarak kullanılıyor, Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi tartışması bir iç siyaset malzemesi yapılabiliyor veya restore edilen Ahtamar Surp Haç Kilisesi Ermenilere iade edilmek yerine müze olarak Kültür Bakanlığı mülkiyetine bırakılabiliyor.
Türkiye’de gayrimüslimlerin sayısal azlığı nedeniyle din özgürlüğü ve bu bağlamda eşitlik sorunu, nispeten önemsiz görünebilir. Ancak unutulmamalı ki, bir ülkede demokrasinin çıtası, o ülkede en zayıf ve kırılgan grupların ne durumda olduğuyla belirlenir en çok. Üstelik, sayıca hiç de az olmayan Alevilerin maruz bırakıldığı ayrımcılık da göz önüne alındığında, Türkiye devletinin ve bugünkü hükümetin bu alanda kat etmesi gereken çok yol olduğu açık.
Çoğunluğun savunması
Toplantıda, Sünni Müslüman çoğunluğu temsilen konuşan katılımcılar, gayrimüslimlerin uğradığı haksızlıkları kabullenmekle birlikte, sık sık, Sünnilerin de, Türkiye’deki laiklik anlayışının kurbanı olduğunu, başörtüsü sorununun bile daha çok yakında çözülebildiğini vurguladılar. Bu anlamda, “Sadece siz değil biz de mağduruz, devlet bizleri de aşağıladı!” dediler.
Bu yakınma şüphesiz ki doğruydu. Sırf ‘Şapka İnkılabı’na karşı çıkan Müslümanların uğradığı muameleye bakmak bile, devletin dayattığı İslam yorumuna karşı çıkanlara ne tür bir muamele reva gördüğünü anlatmaya yeter de artar. Ancak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın nasıl bir kurum olduğu, bütçeden ne kadar pay aldığı hatırlanır, Alevilerin cemevlerine ibadethane statüsünün tanınmadığı, gayrimüslimlerin gasp edilen haklarının gıdım gıdım ve lütuf gibi verildiği, geçmişteki günahlarla yüzleşmekten kimselerin söz etmediği göz önüne alınırsa, çoğunluktan olanların bu haksızlıklara bugün de sessiz kalması, onları adaletsizliklerin birincil yarar sağlayanı ve suç ortağı olmaktan kurtarmayacak. Bu yüzden de, “Biz de mağdur edildik” feveranının inandırıcılığı yok, ve söz konusu tutumda bir değişiklik olmazsa, gelecekte de olmayacak.