Cumartesi günü Boğaziçi Üniversitesi Albert Long salonunda yapılan ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler’ konferansına gelenler, Taner Akçam’ın ardından, insanın rüyalarını kaçıracak, acı bir hikâyeyi dinlediler.
Sayılarla, ‘telef olma’ kalıplarıyla, siyasi analizlerle duymaya artık alıştığımız soykırımın, Ermeni toplumunda hemen her evde dinlenen insan hikâyelerinden biri anlatılıyordu.
Anlatan, bu hikâyeyi yaşayan ailenin üçüncü nesil torunu Armen Marsoobian’dı. Merzifon Amerikan Koleji öğrencisi 28 gencin, üç yıl boyunca saklanarak hayatta kalma hikâyeleri, pek yenir yutulur cinsten değildi. Gizlendikleri yerden ölüme giden akrabalarını seyretmenin ne kadar acı olduğunu kelimeler anlatamaz.
Bu hikâyeyi dinlemek, Taner Akçam’ın anlatmak istediği soykırımın sadece bir olay değil, bir süreç olduğunu daha da iyi anlamamızı sağladı. Üstelik anlatılan, sadece bir halkın değil, Anadolu’nun kadim bir halkı ile beraber kültürün, binlerce yıllık bir bilgeliğin de yok oluşunun hikâyesiydi.
Bu hikâyeyi dinlerken, geçen hafta yaptığım bir tadım aklıma geldi. İspanya’nın en önemli şarap üretim bölgesi olan Rioja’da düzenlenen Dijital Şarap İletişimi Konferansı’nda (DWCC), tanıdığım belki en tutkulu şarap sever Umay Çeviker ile karşılaştım. Epey heyecanlı idi. ‘Wine Grapes’ (şaraplık üzümler) adlı tuğla gibi kitabın üç yazarından biri olan Jose Vouillamoz, kendi otel odasında ufak bir tadım ayarlamıştı. Umay bu tadım için, en iddialı şarap severlerin bile adını çok az duyduğu, Anadolu’nun bazı kaybolmuş üzümlerinden yapılmış şarapları oraya kadar taşımıştı. Kitabın diğer yazarı Julia Harding’in de katıldığı konferansta, birçok şarabın tadımını yaptık.
Üzümlerden biri, hiç bilmediğimiz ‘Merzifon Karası’ndan yapılmıştı. Bu şarabı tadarken duyduğum heyecan, Merzifonlu Dildilian ailesinin hikâyesini dinleyince, damağımda acı bir tada dönüştü.
Bu şarabın hikâyesi de epey ibret verici. Merzifonlu Turhan Özçanak ve Erhan Özçanak, geçimini otomotivden kazanan bir baba-oğul. Bölgedeki, 1915 öncesi çoğunlukla Ermeni aileler tarafından yürütülen şarapçılık faaliyetlerinden haberdarlar. Soykırım sonrasında filokseranın da (asmayı yok eden bir zararlı) etkisiyle bağların yok olduğunu, ama yine de her ailenin kendi pekmez, sirke, sofralık üzüm ve hatta şarap ihtiyacı için bir miktar bağa sahip olduğunu belirttiler. Baba Turhan Bey, hatta Erhan Bey bile, Şekerpare, Coşkundere, Kocabağlar adlı şarap üreticilerinin olduğunu hatırlıyor. Bunlardan ilki TRT Radyo’da reklam verirmiş. Yine baba, gençliğinde Edmon ve Garbis isimlerinin sık sık hatırlandığını belirtiyor.
Turhan ve Erhan Özçanak’ın öncülüğünde, 16 arkadaş, beş yıl kadar önce, şarap yapmak için bağ kurma hayali ile bir araya gelmiş. Bölgede buldukları eski bağlardan elde ettikleri çubukları, Amasya Valiliği’nin desteği ile çoğaltarak 26 bin çubuk elde etmiş. 26 bin kök Merzifon Karası bölgeye dağıtılmış ve toplam 200 dönüm bağ tesis edilmiş.
Hikâye bu noktaya kadar son derece keyifli. Buradan sonra sıkıntılar baş göstermiş. Önce bağlara bakmakta zorlanmışlar, profesyonel destek istemişler. Gelen ziraat hocası, Erhan Bey’in tabiriyle “radikal bir budama kararı” almış ve bağların yarıya yakını birkaç ay içinde kurumuş.
Kendi paylarına düşen kısım 20 dönümmüş. 720 metre irtifada kuzey-güney dikimi yapmışlar. Bağlar kuzeyli rüzgârlar alıyormuş. Tesis kurmak için bekliyorlar. Amaçları bağların biraz daha yaygınlaşması, diğer bağların da devreye girmesi. Ancak, bu yıl esas işleri için yaptırdıkları binanın 600 metrekarelik bodrum katında bir üzüm işleme tesisi kurmak istemişler ve bunun için AKP’li belediyeye başvurmuşlar. Belediye ilk olarak şarap yapıp yapmayacaklarını sormuş ve olur da yaparlarsa bunun günahını üstlerinde taşımak istemediklerini söyleyerek izin vermemiş. Öte yandan, Amasya Valisi bu yıl bağları ziyaret etmiş ve projeye destek sözü vermiş.
Ben aradığımda karamsarlardı ve “Acaba yanlış mı yaptık, hiç bu işe girmese miydik?’ düşüncesi içindeydiler. Sanırım, bürokrasi heveslerini epey kırmış. İleri görüşlü, aydın bir insan olan Erhan Bey, burada üretilecek ürünün bölgelerine ne kadar katma değer sağlayacağının çok farkında. Vazgeçerlerse bölgenin çok önemli bir potansiyelinin ve toprak ananın bize bıraktığı müthiş bir mirasın yok olacağının da farkındalar.
Anlayacağınız, Anadolu’nun binlerce yılda yetiştirip bize bahşettiği başka bir miras, henüz küllerinden doğmadan ölmek üzere. Erhan Bey, belli ki içi kan ağlayarak, böyle devam ederse bağları sökmek zorunda kalacaklarını söylüyor.
Dildilian ailesinin acı hikâyesi Merzifon’dan başlayıp Amerika’ya kadar uzanıyor. Bir fotoğraf sergisi ile bile olsa dönüp dolaşıp doğdukları topraklara yeniden ulaşıyor. Kim bilir, Merzifon Karası’nın hikâyesi de belki iyi bir yerlere ulaşır.
Umarım Merzifon karasını daha iyi günler bekliyordur.
not: Bu haftaki yazımı yazmanı mümkün kılan, Merzifon Karası’nı bulup çıkarıp önüme koyan Umay Çeviker’e çok teşekkür ederim.