Çocukken, ana-babamın o çok keyif aldığı, bitmez tükenmez sofralardan çok sıkılırdım.
Saatlerce masada oturup çok eğlenmelerine pek de mana veremezdim. Hiç de tenha olmayan bu masalarda her kafadan bir ses çıkardı ve ne hikmetse, zaten yemek yiyor olmalarına rağmen mutlaka yemekten konuşulurdu. Yenen yemeğin nasıl yapılsa daha iyi olacağına dair tarifler havada uçuşurdu. Alt tarafı yemek yiyorduk ve herkesin bu konuda mutlaka bir fikri vardı. Üstelik, bu fikirlerini herkesle paylaşmadan yapamazlardı.
Sonraları bir baktım ki, yaşım ilerledikçe, benim de bütün gezi-tatil, eğlence programlarımın başrolünü yeme-içme almaya başladı.Yemek yapmanın, misafire hazırlanmanın bir ibadet gibi önemsendiği bir evde yetişen çocuğun başka türlü bir hayat yaşaması pek mümkün değildi aslında.
Kendi hayatımı bir gıdaya –bana sorarsanız gıdaların en büyülüsü olan şaraba– endekslemiş olmam da bunun bir sonucu galiba. Mesleğimi soranlara, göğsümü gere gere “Şarapçıyım” demekten çok keyif alıyorum.
Son zamanlarda, benim gibi yediğini içtiğini –hem lafta, hem görüntüde–inkâr etmeyenler kadar, hemen herkes iyi yemekten bahsediyor. Artık herkes bir yerler, bir şeyler hakkında tavsiyelerde bulunuyor; hatta bunu koca koca gazete köşelerinde yazılı olarak yapan ‘sonradan gurme’ler ve gastroseksüeller, etrafımızı sarmış durumda.
Memleket olarak, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma alışkanlığımız yeme-içmede de kendini gösteriyor,anlayacağınız. Şarapçıların alayla kullandığı ‘kulağı ile tatmak’ deyimi de tam bu durumu anlatıyor. Ve ne yazık ki, yeme içme hakkında konuşanların pek çoğu işte böyle, kulağı ile tadanlar sınıfına dahil.
Ben de, biraz aileden aldığım cüret, biraz da babamın sürekli tekrarladığı bir laftan aldığım cesaretle, bu konularda ahkâm kesmekten kendimi alamıyorum. Babam, “Eğer biri yemek yerken yemekten konuşuyorsa Ermeni’dir” derdi. Ermenilerin yaşadığı mahallelerdeki ‘mezeci’ bolluğuna dikkat ederseniz, babamın yanılmadığını görürsünüz. Bayram, yılbaşı gibi günlerde,kuaförden yeni çıkmış kadınların Kurtuluş’un mezecilerindeki telaşını uzaktan seyretmeyi hep keyifli bulmuşumdur.
Bu yazılarda yemeklerin hikâyeleriyle tanışacak, duyduklarımıza değil damağımıza güvenip lezzetli konulardan bahsedeceğiz. Yemek yerken bile yemek konuşmak meziyetimizden destek alıp, farklı lezzetlerin peşine düşeceğiz.
Umarım ağız sulandırıcı yazılarda, sohbetlerde buluşuruz.
İlk yazımı, uğur getirsin diye, Nazım’ın en lezzetli şiiri ile bitiyorum.
Onun kadar lezzetlisini yazamayacak olsamda, arasıra lezzetli yazılarısizinle paylaşacağım.
Afiyet olsun...
VERA’YA
iri iri damlalarıyla yağmur üzüm salkımıydı doğum gününde
senin
şaşkın ve sırılsıklam durdum önünde senin
altın kubbeli bir ağaçtın
denizin ortasında
ilk ergenlik düşümden geliyorum sana
bu şehrin bana verdiği en tatlı yemiş en akıllı söz en insan sokaksın
günlük güneşlik rüzgârım benim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi karım benim
Mayıs1962, Moskova
*Çokça ve yanlış kullanılan ‘gurme’ kelimesi, Fransızca ‘gourmand’, yani obur kelimesinden gelir. Ben ne olduğuna dair kuvvetli şüphelerimin olduğu bu sıfat yerine ‘obur’u kullanmayı seviyorum. Köşenin adı bu yüzden ‘Obur’.