Normal bir devletin, normal bir ‘müesses nizam’ın, normal bir toplumun, Dink ailesinin o mektubundan sonra utancından yerin dibine geçmesi gerekirdi. Geçmedi. Geçmez. Hiçbir şey olmamış gibi havaya bakıp ıslık çalar bu devlet ve hükümet. Hatta “Yargımıza güvenelim” der. “Varsa bir bozukluk, yanlışlık, eninde sonunda ortaya çıkar, sabırlı olun” der. Devletin, hükümetlerin böyle konulardaki pişkinliğidir bu. Gerçek faillerin perde arkasında kalmasının daha iyi olduğuna karar verilen her cinayetten sonra bunlar söylenir.
Söylenir fakat bu kez durum başka. Bu cinayetin failleri perde arkasında ama aslına bakarsanız, gayet perde önünde. Altı yıldır ortaya dökülüp saçılan bilgiler sayesinde, nerelerde bu operasyondan bahsedildiğini, kimin bu cinayetin işlenmesinden ‘sevinç’ duyacağını, kimin bu cinayetle ilgili ihbarları yok ettiğini, kimin cinayet işleneceğini bildiği halde başını öbür yana çevirdiğini, kimin ya da devlet içindeki hangi kanadın bu cinayetin işlenmesiyle diğer kanadın zor duruma düşeceğini hesaplayarak ellerini ovuşturduğunu; keza o yerel örgütteki muhbirleri/azmettiricileri kimin istihdam ettiğini, bu muhbir ve azmettiricilerin daha önceki suçlarını kimin, hangi resmi görevlilerin hasıraltı ettiğini çok iyi biliyoruz.
Kimin Hrant Dink’in yazısında suç bulmak için hukuku eğip büktüğünü, kimin o yazıda suç bulunmayacakken devreye girip mahkemelerde boy gösterdiğini, bu boy gösterenlerin kiminle işbirliği içinde olduğunu, duruşmalarda Hrant’a kimin hakaret ettiğini, kimin Agos’un önünde hedef gösterme eylemi yaptığını da çok iyi biliyoruz.
Bu bildiklerimizi siyasi iradenin bildiğini de gayet iyi biliyoruz. Siyasi iradenin, eğer isterse, bu gerçek failleri yargı önüne çıkarmak için tüm yolları temizleyeceğini de biliyoruz. Yine aynı siyasi iradenin, bu yola gitmeyip, herkesin gözü önündeki parçaların birleştirilmesi için gerçek (tek elden yürütülecek) bir yargılanmanın yolunu açmayıp, tam tersine, hakkında soruşturma açılması istenen kamu görevlilerini –evet, hâlâ ve hâlâ– terfi ettirdiğini de biliyoruz. Özetle, bu davanın ilerlemesinin önündeki asıl tıkacın siyasi irade olduğunu, iyi biliyoruz.
İşin daha tatsız, insanın içine taş gibi oturan, insanı bir kez daha karamsarlığa, umutsuzluğa sürükleyen yanı ise şu: Siyasi iradenin neden böyle davrandığını da biliyoruz. Hrant’ın Arkadaşları’nın Salı günkü basın bildirisinde değindikleri ‘milli ve tarihsel’ yapıdır, siyasi iradeyi bu davanın üstünü örtmeye, gerçek örgütü korumaya, kollamaya sevk eden. Bir reflekstir. İttihat ve Terakki’den beri süregelen o malum reflekstir.
Nedir o milli ve tarihsel yapı? Şöyle tarif edebiliriz belki: Cumhuriyet’in kuruluşundan önce harekete geçen, ülkeyi ‘Türk/Sünni’ hâkimiyetinde, boğucu bir ulus devlet haline sokan, bütün ideolojiyi buna gören kuran, bu uğurda bir halkı yaşadığı topraklardan kazımaktan, katletmekten, sürmekten çekinmeyen, bunun üzerine bir de mallarına el koyan ve dönüp mallarını alamasınlar diye, –Cumhuriyet’in kuruluşuyla da devam eden– türlü hukuki kombinezonlar ören, kurucu otoritesinin geride kalan Türk çoğunluğa “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur, bu memleket sizindir” dediği, ve nihayet Cumhuriyet’in kurumlaşmasıyla bütün hukuki, kamusal, kurumsal yapısını ‘Türk’ kavramı üzerine kuran, her fırsatta ‘azınlık’ olarak kalanları bu ülkeden kaçırmaya çalışan, bunun için fırsat yoksa bile fırsat yaratan, mallarının bir kez daha transfer edilmesi için yasalar çıkaran, bir kıvılcımla pogrom tertipleyen, geride kalan Ermeniler, Rumlar, Yahudilerin başlarının üzerinde her daim bir ‘kılıç’ gezdiren, resmi görüşe muhalif her azınlık mensubunun öldürülmesini soğukkanlılıkla, normal karşılayan, devletin her hücresinin bu refleksle hareket ettiği, velhasıl kökeni İttihat Terakki yıllarına giden yapıdır.
Hükümetler değişir, İttihat Terakki fikriyatına muhalif olduğunu öne süren hükümetler başa gelir. Ama –bilhassa– ‘Ermeniler’ konusundaki o milli ve tarihsel yapı değişmez. Ve zaten kimi zaman ‘milli’ dendiğinde bunu anlarız. Ermenilikle, Rumlukla bu toprakların bir zamanlarki doğal haliyle ilgisi olmayan, onu boğan, ezen demektir bu. Bu yapıyı tahrip eden zihniyeti benimseyen, yaşatan demektir, ‘milli’.
Meselenin düğümlendiği yer de, büyük oranda burasıdır. Kürt sorununda çözüm sürecini başlatan, azınlıkların el konmuş gayrimenkullerini geri vermek için adım atan, İttihat ve Terakki’nin fiili/operasyonel açıdan devam ettiricisi olan Ergenekon örgütünü yargılayan AKP, bu milli ve tarihsel/geleneksel yapının mirasçısı mıdır? Şu çizilen tabloya baktığımızda belki “Evet” demek zor olacaktır ama, derinlerde, çok temelde bir yerde, maalesef öyle. Çünkü bu milli ve tarihsel yapı, tam da buralarda varlığını hissettirir. Fethiye Çetin’in ve zaman zaman da benim/bizim ısrarla dikkat çekmeye çalıştığımız ‘Ergenekon’u da aşan yapı’dan kasıt budur. Bu cinayetler milli bir mutabakatla işlenir, sonra da milli bir mutabakatla üstü örtülür. Bu işe karışanlar o milli mutabakat sayesinde terfi eder, yerlerini korur, o sayede görünür bir zırhla gezmeyi becerirler. Ve o milli mutabakattır, bu işe bulaşanları kimilerinin gözünde kahraman yapan. O milli ve tarihsel yapıdır.
Hrant Dink cinayeti davası –maalesef– bir imkândı, bu milli ve tarihsel yapıyı aşmak, geride bırakmak, bugüne kadar yapılanlarla yüzleşmek için. Bu imkân kullanılmadı. Gördüğümüz, kullanılmayacak. Çünkü o yapıyı devralanlar, aynı Ergenekon davasında olduğu gibi, sonuna kadar gitmenin, ‘devlet’in ta kendisine, ‘Andımız’daki o kurgulanmış ‘varlığa’ varacağını biliyorlar. O yüzden gitmiyorlar, o yüzden bu işe bulaşanları koruyorlar. Ve tam da o yüzden biz, devletiyle, yargısıyla, toplumuyla böyleyiz. Sonuna kadar gitmediğimiz için. Gitmeyeceğiz de. Yani, gitmeyecekler. Bunu da biliyoruz. Keşke birileri çıkıp, bizi, daha da önemlisi aileyi, bunun tersine ikna etseydi...