Benim bildiğim ve kitapların yazdığı, gerginliği körükleyen hep muhalefettir. Bugünse Sn. Başbakan körüklüyor. Üç sebep sayılıyor: 1) Sn. Başbakan’ın iflas etmiş sinirleri; 2) Uzun süren iktidarın bozucu etkisi; 3) Seçimler yaklaşırken, kendi yandaşlarını katılaştırma ve MHP’lileri kazanma çabaları. Bunların üçü birlikte geçerli olduğundan, artık fazla geliyor. Bu hafta öğrendiğim iki olaydan kalkarak konuşalım.
İki gazetecinin yaşadıkları
Birincisi, tanınmış bir gazeteci arkadaşım. Gezi’yi bizzat ve çok yakından izlemişti. Senelerdir kitap getirttiği Amazon’un i-parcel adlı kargo şirketi bu kez kendisinden TC kimlik no soruyor. Yolladıkları iki ayrı iletiyi birleştirirsem, şöyle diyor: “ ‘Julian Assange’ın Gizliliğe Açtığı Savaş’ ve ‘Bu Her Şeyi Değiştirir: Wall Street’i İşgal Et ve Yüzde 99 Hareketi’ adlı kitapların da dahil olduğu siparişlerinizi gönderebilmemiz için, kimlik numaranızı bildirmeniz gerekmektedir. Çünkü Türkiye gümrük idaresi 28 Ocak 2010 tarihli bir düzenlemeyle, online olarak yılda beş defa sipariş yapılabilmesini öngörmüştür ve bunun denetimi için bu numara gerekmektedir. Numarayı bildirmeniz halinde siparişiniz yola çıkarılacaktır.”
Tamam, TC kimlik no’suz kişi ve konu kalmadı ama, 28 Ocak 2010’dan bu yana geçen 3,5 yıl içinde sürekli kitap ısmarlayan ve son siparişini birkaç ay önce yapan bu gazeteci arkadaşımdan bu bilgi ilk defa isteniyor. Hatta şüpheleniyor: “Bu soruyu niye sorduğunuzu öğrenmek istiyorum, çünkü ilk defa sordunuz.” Emily adlı yetkiliden gelen cevap tamamen ilgisiz: “Karışıklık için özür dilerim. Kimlik bilgisi gümrük tarafından istenmiştir. Paket ulaştığında bakıyorlar, üstüne açık olarak yapıştırılmış kâğıtta kitapların listesi, alıcının telefonu ile e-posta adresi. Oysa önceki siparişlerde bunlar plastikle kaplanmış zarfta geliyormuş. Şimdi telefon etti, bir arkadaşı yine Amazon’dan bir hafta önce oyuncak getirtmiş, kimlik no sormamışlar.
İkincisi, yine tanınmış başka bir gazeteci arkadaşım. Geçenlerde hükümeti rahatsız eden bir habere imza atmıştı. Ardından, belki tesadüftür, sosyal medyadaki hesabı hack’lenmişti. Birkaç gün önce yaşadığı olay: İstanbul Tepebaşı’nın eski ve ünlü otellerinden birinde kalıyor, dışarıdan odasına döndüğünde bakıyor ki resepsiyona bağlı telefonun telleri açıkta. Cep telefonu şarj cihazı ve başucunda duran, okuduğu kitap da yok. Cihazı bulamıyor, kitabı dolaplardan birinin içine atılmış buluyor. Resepsiyona gidiyor, bir süre oyalıyorlar, sonra teknisyenin odaya “bozuk olan telefonu tamir” için girdiğini söylüyorlar. Benim anladığım kadarıyla, takip edildiğini bilsin istiyorlar.
Neresinden tutsan elinde kalıyor
Gerçi Sn. Başbakan’ın “Bütün kâinat bana karşı komplo kurdu!” diye özetlenebilecek psikolojisi önce AKP’lilere, sonra da bize bulaşmış olabilir ama son zamanlarda bu ülkede paranoyak olmak artık şart değil. Çünkü yukarıda anlattıklarımı bazı medya haberleriyle birleştirince anlamlı oluyor. Mesela Gezi’ye ilişkin bir kapak yapan NTV Tarih dergisi kapatıldı. Mesela, TMSF’nin el koyduğu Akşam dağıtıldı. Mesela, kimlikleri öğrenmek için hükümet Twitter ve Facebook şirketlerine başvurdu (ikisinden de ret aldı). Mesela, Ergenekon ve Dink soruşturmalarını yürüten savcı, “Gezi eylemlerine katılmayan ama onları organize ettiği iddia edilen kişilerin ve kurumların” Gezi öncesi ve sonrası para hareketlerini, borsa işlemlerini ve tüm telefon görüşmelerini takibe aldı.
İktidar cihetinden başka haberler de, bu yükselen grafiğe kafiye tutturmakta: Lice olayında, Kaymakam “Birbirlerini vurdular”, Valilik ise “Uyuşturucudan çıktı” diyor. Tam da üçüncü bir yetkilinin “Karı-kız işinden çıktı” demesinin beklendiği bir sırada, Sn. Başbakan “Hint kenevirinden” diye bağlıyor ve hemen ardından gizlilik kararı geliyor; tıpkı Uludere, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol davalarında olduğu gibi. Yorulmadıysanız devam edelim: Sarısülük’ü, bilirkişi raporuna göre “namluyu yere paralel tutarak” vuran ve şu anda tutuksuz olan polis memurunun, olayın sanığı değil şikâyetçisi olduğu öğreniliyor. Olayın tanıkları şu anda dava dosyasında “polisi linç teşebbüsünden sanık” ve tutuklu. Böyle bir Türkiye’de, kapalı otoparkta polisler tarafından öldüresiye dövülen üç gencin “Şikâyetçi olmayacağız” demelerini anlamak zor olmasa gerek.
Ağlamak mı gülmek mi
Yalnız, bu işler böyle sürdükçe bu ülkeyi yönetmek bayağı zor olsa gerek. Çünkü öyle bir döneme girdik ki, Uludere olayı askerî mahkemeye devredildi. EMASYA protokolü (ki 4 Şubat 2010’da kaldırılmıştı), 18 Nisan’da geri kopyalandı ve valilere asker çağırma yetkisi verildi. Sn. Başbakan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan açıklama yaptı: “Karakol ve baraj itirazlarını ancak savaşmak isteyenler yaparlar. Çözüme inanan insanların bunları problem olarak algılamaması gerekir.” (Star, 02.07.2013).
Hadi şimdi biraz gülelim: Tencere-tava-korna çalanlara 88 TL ceza yazılıyor. Hadi şimdi de ağlayalım: ÇHD, Baro, TTB, TMMOB gibi kuruluşlar, polis şiddetine uğrayanların şikâyet dilekçesi vermelerini tavsiye ettikleri için, polisin Gezi fezlekesinde, bu organize isyanın parçası olarak zikrediliyorlar (Cumhuriyet, 03.07.2013). Yaratılan korku atmosferinin önümüzdeki günlerde kapsamlı bir saldırıya dönüşeceğinin işareti olmasın?
Valla, Türkiye aklı başında insanlar için yaşanması güç hale geldi ama, korkarım bu gidişle Sn. Başbakan için de ‘yönetilemez’ hale geliyor. Bir an önce kendini toparlasa iyi olur.