Gezi Parkı eylemlerinin başlangıcından bu yana Başbakan Erdoğan ve AKP’nin konuya olayı hiç anlamayan bir şekilde yaklaştığını artık hepimiz anlamış olmalıyız. Son günlerde bu anlamama halinin yerini bir bastırma halini aldığını ve her otoriter rejiimin bu tür eylemlerde yaptığı gibi, denklemden kendi iktidarını pekiştirecek adımlar atmak için faydalandığını da. ‘Otoriter’ vasfını kazanmış rejimlerin sicili böyledir. Artık boğulmaya başlayan kesimler sokağa çıkmaya başlar.
Başlarda bu eylemler siyasi hedefsiz, örgütsüz, merkezsiz olur. Rejim bu eylemleri kolaylıkla bastıracağını düşünür. Fiziken bastırdığı ancak zihnen bastıramadığı durumlarda ise eylemcileri kriminalize etme yoluna gider. Bu, iki türlü işine yarayacaktır. Hem eylemlerin toplum gözünde meşruluğunu yitirmesini hedefler, hem de bu yolla toplum üzerindeki baskı aygıtlarını/imkânlarını artırmayı. Bu durumu bir fırsat olarak kullanmaya karar verir yani. Dolayısıyla Erdoğan’ın “Polisin müdahale gücünü artıracağız” açıklamalarını ve sosyal medyaya gelmesi düşünülen yeni düzenlemeleri bu çerçevede de okuyabiliriz. Yeni ve daha zor bir döneme girdiğimiz ortada. Yine de uzun vadede asıl dikkat edilmesi gereken dinamik bence şudur: Böyle dönemlerde o eylemler belki fiziken bastırılabilir ama vazo da çatlamıştır bir kere. Kapamak mümkün değildir ya da müthiş bir çaba gerektirir.
Beri yandan, tüm bu sürecin AKP ve çevresinin akıl yürütme yöntemlerini görmek açısından hayli öğretici olduğunu söyleyebiliriz. Bu tip eylemlilik halleri böyledir zaten; birçok otoriter kurum ve yapıyı ya hataya ya da gerçek yüzlerini göstermeye zorlar. Burada da aynen bunu gördük. AKP bu eylemleri bir komplo, kendisine karşı kurulmuş bir ‘tuzak’ olarak ilan edince, AKP basını ve çevresi de bu komplo/tuzak teorilerini çeşitlendirmekle, güçlendirmekle mükellef saydı kendini. Muhtemelen hem Erdoğan’ın gözüne girmeye çalışmakta, hem de, maazallah, gerçekten de AKP iktidarını tehdit eden bir durum varsa önlem almaktaydılar. Zecrî tedbirleri hükümet zaten almaktaydı. Onlara da işin propagandasını yapmak, tabanı oyalamak düştü.
Tüm bu dönemde bilhassa AKP medyasının performansı dikkate değerdi. Medya derken sadece gazete başlıklarından bahsetmiyorum; televizyonlara çıkan AKP savunucusu gazetecileri ve akademisyenleri de ‘AKP medyası’ olarak düşünebiliriz. Ama yine de bu süreçte Yeni Şafak ve Star gazeteleri ile AKP ile organik bağı olan televizyon kanallarını ve kanalların yöneticilerini ayrı bir yere koymak gerek.
Bu çevrelere göre Gezi Parkı eylemlerinin arkasında elbette dış güçler vardı. Ve bu dış güçleri detaylandırmakta ısrarlıydılar. İşin içinde Soros mu yoktu, İran mı yoktu, Sırbistan merkezli bir örgüt mü, CIA mi, Ergenekon-Silivri mi yoktu; ABD olmasa olur muydu, onlar zaten vardı, Amerikalı eski Neo-Con’lar mı yoktu, Avrupa mı yoktu, bazı Alevi örgütleri mi, Türkiye’nin bölgesinde bir güç olmasını istemeyenler mi, darbeciler mi, ülkeyi 27 Mayıs ortamına götüren zihniyet mi, 28 Şubatçılar mı... CHP zaten listenin en başındaydı; efendime söyleyeyim, dış basın mı yoktu, hele CNN, BBC, Reuters, en başta onlar geliyordu. Bitmedi; faiz lobisi mi yoktu, bankacılar mı, bazı işadamları mı, bazı tiyatrocular, sanatçılar mı yoktu... İsrail olmazsa olur mu? Evet tabii ki İsrail de vardı. Efendime söyleyeyim, Houston merkezli bir örgüt mü yoktu, bunlar Zello programıyla İP, CHP ve sol örgütlerden 200 bin kişiye mesaj mı göndermiyorlardı...
Bitmedi; Seferberlik Tetkik Kurulu’na bağlı Beyaz Kuvvetler mi yoktu, –sonradan Erasmus öğrencisi olduğu ortaya çıkan– yabancı ajanlar mı yoktu... Uzatmayayım; yok yoktu.
Manzara şuydu: En basit bir hak talebi karşısında tüm dengesini ve soğukkanlılığını kaybeden bir iktidar bloku. Üstelik, bu iktidar bloku tam da böyle ‘komplo teorileri’ arasından sıyrılıp gelen kadrolardan oluşuyor. Yıllarca ulusalcıların ve bazı Kemalistlerin / sol grupların ‘ABD tertibi’ olarak gördüğü bir hükümet ve cemaatten, söz ediyoruz mesela. Ve yine yıllarca gizliden gizliye İsrail ile işbirliği yapmakla suçlanmış bir iktidardan söz ediyoruz. Hayır. Böyle bir tarihten gelmek, böyle teorilerle/suçlamalarla savaşmak, iktidar blokunu bunun aynısını hem de misliyle yapmaktan alıkoymadı. Neden acaba?
Cevabın şurada yattığını düşünüyorum: ‘Yabancı/Batı düşmanlığı’ bu ülkede sağıyla soluyla, Kemalizm’iyle, muhafazakârlığıyla, çok güçlü damar bulan bir düşünüş ve davranış biçimidir. Bir siyasi akım ya da dinamikle baş etmeye, onunla mücadele etmeye çalışan bir siyasetin aklına ilk olarak ‘Batı uşaklığı’nın gelmesi bundandır. Bu suçlamayla sonuç alacaklarını düşünürler, ve bu hiç değişmez, yıllar yılı böyle devam etmiştir. Dolayısıyla AKP ve ‘bir bölüm’ İslamcılar kendilerini bu işten sıyırmasalar iyi olur. ‘Ulusalcılık’ yani Kemalizm’in bir yorumu (belki de şöyle demek daha doğru: bizzat kendisi) bu ülkenin damarında var. Kemalizm ile cepheden mücadele ediyor gibi görünen akımların bile bu çapta kronik bir ulusalcılıkla malul olmaları, anlamlıdır dolayısıyla.
Tabii, ikinci bir meselemiz daha var, yine hem ulusalcılarda, hem de muhafazakârlarda görülen: Bir vakayı, olguyu, dinamiği anlamak yerine, bir ‘kışkırtan’ ya da bir ‘soy’ ile açıklamak. Bu en büyük meselemizdir. Sağda, solda, bazen daha da solda, bu hep vardır. Öyle rahat ederler. İslamcılığın bir kanadı koca bir modernleşme/cumhuriyet hareketini Mustafa Kemal’in Selanikli olmasıyla açıklamıştı mesela. Ulusalcıların bir kanadı ise Erdoğan ve Gül’ün Yahudi, ya da Gül’ün annesinin Ermeni olduğu iddialarıyla. Derin mesele. Ve öyle çok yolumuz var ki daha...