Birçok Osmanlı padişahı, adının yanı sıra lakabıyla da anılır. Kanuni vardır, Yıldırım vardır, Yavuz vardır, Fatih vardır, Genç vardır. Bu kadar yaygın olarak bilinmese de Sofu vardır, Avcı vardır, Sarı (ya da sarhoş) vardır. Yaygın alarak benimsenmese de Kızıl Sultan vardır, keza. Erdoğan’a padişah demek içimden gelmez ama, son aylardaki performansı da hiç parlak değil. E, on yıllık rekoru da devirdi, önü de açık. İster istemez şöyle düşündüm: Erdoğan padişah olmasa da Türkiye tarihine damga vuracak biri, orası kesin. Acaba tarihe nasıl geçer?
Haftaiçi iki kritik gelişme yaşandı, doğaya saygılı, doğayla uyum içinde yaşamayı tercih edenler açısından. Önce Taksim’e ‘Kışla şeklinde AVM’ projesi için harekete geçildi ve Gezi Parkı’ndaki ağaçlar sökülmek istendi. Neyse ki milletvekilleri ve kentliler parklarına sahip çıktılar ve kendilerini dozerlere siper ederek bu girişimi en azından bir süreliğine durdurdular. İktidarın ise kararlı olduğu ortada. Gerekçeleri hazır: Tarihi bir yapıyı yeniden canlandırıyoruz. Erdoğan’ın sözleriyle: “Eğer tarihe saygınız varsa, önce o Gezi Parkı denen yerin tarihi nedir, onu araştır bak. Biz orada tarihi yeniden ihya edeceğiz.” ‘Tarihi yapı’dan kastın ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Kaldı ki, o kışlanın ve devamındaki binaların eski bir Ermeni mezarlığı üzerine kurulduğunu da herhalde hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla, asıl Erdoğan, tarihe saygısı varsa dönüp bir araştırsa, baksa iyi olur.
İkinci gelişme ise İstanbul’a nefes veren ormanlık kuzey hattını önemli ölçüde tahrip edeceği tahmin edilen 3. Köprü’nün temel atma töreniydi. Bu törene iktidar tam kadro katıldı ve köprüye Yavuz Sultan Selim adı verildi. Yine kuzey ormanlarını ve göletlerini büyük ölçüde tahrip etmesi beklenen üçüncü havalimanına ne ad verileceği ise meçhul. Fakat bu örnekler herhalde bize bir şey söylüyor.
Aslında bilmediğimiz bir şey söylemiyor. Aylardır, yıllardır benim ve birçok kişinin yazdığı, dikkat çektiği durumu söylüyor. Muhafazakâr bir kisveye büründürüp; doğayı, insanın kentle ve doğayla uyumunu tahrip edecek, kâr hırsıyla dolu ne kadar proje varsa uygulayan bir zihniyeti işaret ediyor. Arazi değerlemesi / rant oluşturma / rantı dağıtma sistemine dayanan kapitalist bir kadronun bu sistemi sürdürebilmek için doğal dokuyu tahrip etmekten bir an bile çekinmeyeceğini söylüyor. Bunu yaparken, muhafazakâr dünyanın değerlerini/sembollerini kullanmaktan çekinmiyor, hatta bilhassa kullanıyor; böylece bir ‘millet’ denkliği kurduğunu düşünüyor. Bu görüşe göre böyle projeler kalkınma için faydalıdır ve bunları zaten ‘millet’ talep etmekte, beklemektedir. Dolayısıyla bu projeler ‘millet’e hizmettir.
Öncelikle şunu hatırda tutmak lazım: Her türlü ‘imar’ atılımı, yeni bir rant dağıtımı barındırmakla kalmaz; bunun bir de ideolojik yönü vardır, kent hayatının ana eksenini/ritmini de değiştirir.
Mesela 1. Köprü yerleşim ve iş merkezlerini nasıl Levent/Etiler hattına taşımış ve oradaki yapıyı tahrip etmişse, 2. Köprü de yerleşim ve iş merkezlerini Maslak ve daha kuzeyine taşımış, oradaki doğal yapıyı tahrip etmiş, kent yerleşiminin aksını değiştirmiştir. (Bu konuda detaylı bir yazı için bkz. ‘3. Köprü gerekli mi?’, Vedat Atasoy, Radikal, 11.03.2012) Bu köprüler yerleşim ve iş merkezlerini kuzeye taşımakla kalmaz, o çevreyolunun geçtiği tüm bölgeleri de etkiler ve doğal hayat içinde yeni yerleşim merkezleri büyümeye başlar. (2. Köprü’nün ardından Ümraniye’nin Şile ormanının içine doğru genişlemesini düşünün)
Bütün bunların ötesinde, bu tip hamleler kentle olabildiğince uyum içinde yaşamaya çalışan bireyin hayatını da tahrip eder, onu uzak iş merkezlerine gidip gelmeye, günün büyük bölümünü otobanlarda, yollarda geçirmeye, velhasıl insan doğasına aykırı, onu kent içinde küçülten, yalnızlaştıran, silikleştiren bir hayat sürmeye zorlar. Gitgide daha fazla insan evinden uzak işlerde, insanlığa aykırı plazalarda çalışmaya, işe ve eve yetişmek dışında bir şey düşünmemeye başlar. İnsan gitgide sönümlenmektedir. Bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz gibi, milyonlarca insan renksiz yüz ifadeleriyle, ölüler gibi gidip gelmektedir şehir içinde. Bilhassa sağ iktidarlar, bunu sever. İşe gidip gelmekten başka derdi olmayan, dolayısıyla bütün önceliği bu alanda yapılacak projeler olan, sabah ve akşam, yol boyunca böyle projeler düşünen insanlardan oluşan bir seçmen tabanını hangi ‘kalkınmacı’ iktidar sevmez ki?
Dolayısıyla Taksim’de Gezi Parkı’nda direnenler aslında bu hayata karşı da direniyorlar. Şehirde çoktan ölmüş insanlar haline gelmemek için direniyorlar. Çoğu, balkonlarındaki saksıya ektikleri küçücük bir tomurcuk çiçek açtığında sevinen, o küçük, rengârenk yaprakların üzerine titreyen, her gün onlarla konuşan insanlar. O ağaçlar yaşayacaksa, böyle insanların inadıyla yaşayacak.
İktidar diyor ki, o ağaçlar başka yere taşınacak. Bir ağacı yerinden sökmek, bir sürecin başlangıcıdır. Her şeyden önce, ağacın söküldüğü yeri çoraklaştırırsınız. O ağaç oradaysa, orada olması gerektiği için oradadır ve oradaki insanlara bir şey ifade ediyordur. Oraya gölge veriyor, oranın havasını temizliyor, ekolojisini dengeliyordur. Onu sökmekle, o bölgeyi betondan bir çöl haline getiriyorsunuz, güneş ışınlarını etrafa yansıtan, etrafını kavuran dev bir ayna inşa ediyorsunuz. Bu başlı başına öldürücü bir darbedir. Bu kadarı yetmez mi?