Parçalanma korkusu, 15 gün içinde Rumeli topraklarımızın %83’ünü, nüfusumuzun %69’unu götüren 1912 Balkan Savaşı’ndan beri zihnimizin bir köşesinde. Devlet tarafından da sürekli tahrik ediliyor (bu tahrike geleceğim). Güney komşularımızda Kürtlerin devlet kurmaya başlamaları, korkuyu depreştirdi.
Bunlar anlaşılamayacak şeyler değil. Üstelik, çok önemli olarak ilave etmeli: AKP’nin ülkeyi Sünnileştirme ve bireyin hayatına müdahale bağlamında bir ‘Yasaklar Cumhuriyeti’ inşa programının tahammül sınırını aştığını düşünüyor insanlar. Bu yüzden, Barış Süreci’ni samimi bulmuyorlar. Üstelik, Başbakan Erdoğan’ın bu süreci ‘seçilmiş padişah’ olmak için kullanmak isteyeceğinden korkuyorlar ki, bu endişe bende de mevcut. Ülkenin yaklaşık yarısını oluşturan bu insanlar, bu tutumun daha da azıtacağına kani olarak, “AKP’ye karşı olsun da, ne olursa olsun”a başladılar. Barış’ı bile bu bağlamda düşünebiliyorlar.
Devlet vesayeti ve sonuçları
Tamam da, Barış meselesini ‘beyin’ yerine ‘omurilik soğanı’ yani korku bağlamında ele almak tehlikeli. Şunu görmeyi engelliyor: 30 yıldır içinde yıkandığımız kan banyosu, sadece ve sadece, Kürtlerin kimliğini inkârdan doğdu. Üstelik, bu devlet terörü tam ters sonuç vermiş ve durumu bin beter etmiş vaziyette. Güney komşularımızdaki gelişmelere gelince, bu dış dinamiği kontrol etmek mümkün olmadığı için, ülkeyi garantiye alacak tek şey, kendi Kürtlerini (iç dinamiği) gönüllerinden bağlamak. Korkular yüzünden bütün bunları göremediğimiz içindir ki, “30 Yıl Savaşları yaparken bölünmedik, barış yapınca bölüneceğiz” türünden bir mantıksızlık ortalığa fırladı.
Cumhuriyet’ten bu yana ulus-devlet, vatandaşı koyun gibi gütmek için hep “Öcü geliyor” politikasıyla uyguladı. Her dönemde bir ‘kadrolu öcü’ istihdam etti: ‘Şeriatçı’, ‘eşkıya’, ‘komünist’, ‘anarşist’, ‘terörist’, ‘dış güçlerin maşası’... Neticede insanlar, Kürtlerin, kimlik inkârı (‘Dağ Türkleri’) yüzünden değil, hır çıkarmaya meraklı oldukları için isyan ettiğine inandırıldı. Oysa, binanızın inşaatında çalışan Abuzer’e, “Kız, Leyla! Küreği kap da gel!” deyin bakalım, ne oluyor. Bunu hiç düşünmemiş insanlar, Kürtlere eşit davranıldığına inanıyor ve “Kürtler cumhurbaşkanı bile olabiliyor, ama Kürt olamıyorlar”ın farkına varamıyor.
Birey üzerindeki devlet vesayetinin ilk bakışta görülmeyen başka vahim sonuçları da var: Halk bugüne kadar kendi yarı sahasında (taşrada) ‘okumuşlar’la hiç bir arada olamamış. Şimdi ‘âkiller’i kendi ayaklarına gelmiş görünce, hem “Hangi dağda kurt öldü ki?” kuşkusuna kapılıyor, hem de bu insanları ‘deplasmanda’ yakalamışken, ilk defa kendini kapıp koyuveriyor, her açıdan yükleniyor, Barış olayını dağıtıyor.
Bu vesayetin her şeyi siyah-beyaz görmeye alıştırdığı halk, 30 yıldır, Kürt meselesinin sadece şiddetle çözülebileceğine o kadar inandırılmış ki, şimdi adapte olamıyor. “Kürtler seviniyor, demek ki ben kaybediyorum” diyor. “Sözlerine nasıl güvenebiliyorsunuz?” dediği zaman idrak edemiyor ki, tam tersine, Kürtler devletin tek bir sözüne güvenip silah bırakmış vaziyette.
Üstünlük kompleksi ve ötesi
Halk, Kürtlerin silah bırakmasının, eşitlik sözü almaları sayesinde olduğuna inanamıyor. Galiba bunun altında bir miktar da, Türklerin bilinçaltı ‘üstünlük kompleksi’ yatıyor. Osmanlı döneminde Millet-i Hâkime tahtında ‘Müslüman’ otururdu. 1839 Tanzimat Fermanı gayrimüslimleri eşit ilan edince, büyük tepki göstermişti. Şimdi de, İttihatçıların Cumhuriyet’i kurması üzerine o tahta geçen ‘Türk’, Kürtlerin eşit ilan edilmesine tepki gösteriyor. Tabii, üstünlük kompleksine daima bir aşağılık kompleksi eşlik ettiği için, “Sen âkilsen, biz aptal mı oluyoruz?” sorusu açıkça dile bile getiriliyor.
Dahası, bu en büyük tabu yıkılınca temel paradigma/model/zihniyet bütünüyle değişeceği için, eşitlik sadece Kürtlerle de olmayacak; Aleviler, gayrimüslimler, Çingeneler, kadınlar, transseksüeller, vs. de yavaş yavaş eşit hale gelecek. “Ayağımın altından zemin kayıp gidiyor sanki” biçiminde duyduğumuz umutsuzluk çığlığı, 1071’den beri başkalarının (gayrimüslimlerin ve Kürtlerin) arazisi üzerine otağ kurup onlara hâkim olmuşluğun bilinçaltı huzursuzluğunu da yansıtıyor olabilir.
Diğer yandan, bazı partiler, bölgedeki mevcudiyetlerini bu savaşın bitmemesi üzerine kurmuşlar. Şehit-gazi derneklerini sürekli tahrik ediyorlar. Oysa Muş’ta Ülkücüler Âkillere destek verdi, okudunuz mu? (Milliyet, 19.05.2013).
Bürokrasi / bir kısım aydınlar ise olayın dışında durmakta. Çünkü hem onlar için AKP’ye karşı olmak Barış’tan önemli, hem de eşitlik/demokrasi gelirse kendilerinin vesayetine gerek kalmayacak. Bunun en belirgin örneği, her ‘ulusal’ fırsatta zırt-pırt bildiri yayımlamayı marifet bellemiş üniversite senatolarının, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi dışında gıkının duyulmamış oluşu. Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi benle, yani hocalarıyla toplantı düzenleyip tartışmak istemedi, biliyor musunuz? Ege’de barış süreci hakkında olumlu konuşanlar, buraya yerleşmiş Kürtler, Alevi temsilcileri ve ‘vicdanlı Müslümanlar’ diye özetleyebileceğimiz sivil toplum kuruluşları.
Çok önemli bir şeyi en sona bıraktım: Silahlar sustuktan sonra gelecek ikinci evre (eşitlikçi reformlar) tamamen meçhul. İnsanlar burada tamamen haklı. Zaten bu evre gerektiği gibi oluşmazsa... düşünmek bile istemiyorum.