YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Reyhanlı dersleri

Cumartesi günü meydana gelen, 51 kişinin hayatını kaybettiği Reyhanlı saldırısı, içinde yaşadığımız toplumsal atmosfer ve iktidar-medya ilişkisi açısından hayli ilginç ve tatsız göstergeler barındırıyor. Bilhassa saldırı günü ve sonrasında gelen tepkiler, ‘siyaset’ yapan, ‘analiz’ yapan, ‘strateji’ çizen çevrelerin ne kadar soğuk ve hesapçı bir hale geldiğini gösterdi. Saldırının hemen sonrasında, daha dumanlar tüterken AKP bloku ve AKP karşıtı blok, bu saldırıdan, kendi tezlerini ispatlamaya yarayacak bir sonuç çıkarma peşindeydi. AKP karşıtı blok “İşte hükümetin Suriye politikasının iflası”, “Böyle olacağı belliydi” argümanını ortaya atarken AKP bloku da “Esad’ın ne kadar acımasız olduğu bir daha ortaya çıktı, siz daha Esad’ı desteklemeye devam edin” havasındaydı.


Bu atmosfer ertesi gün de sürdü. Analizler, Ortadoğu’ya girilirse böyle olacağı, hesapsız Suriye politikasının böyle sonuçlar vereceği, bu kadar mültecinin Türkiye’de ne aradığı ile, Türkiye’nin bu meseleye karışmaktan başka şansı olmadığı, olup bitenleri yeni dış politikanın bir bedeli olarak saymak gerektiği, Esad bütün o işleri yaparken Türkiye’nin sessiz kalamayacağı arasında dolandı durdu. Saflar öylesine keskin biçimde ayrılmış, ve genel manada AKP yanlısı ya da karşıtı olmak bu meseleye de öylesine damga vurmuştu ki, Reyhanlı’da ne olup bittiğine kimse dönüp bakmıyordu neredeyse.
 

Bu saflaşmanın, Özal döneminden beri süren bir geleneğin devamı sayılabilecek “Türkiye, bölgesinde olup bitenlere sessiz kalamaz” cephesi ile, “Bize ne Suriye’de olup bitenlerden?” cephesi arasında sıkışması, ayrı bir talihsizlik. Türkiye’nin, bilhassa solun bu iki kör cephe haricinde bir politika geliştiremediğini de can sıkıntısı içinde müşahede edebiliyoruz.
 

Hükümetin performansı ise problemlerle dolu. Saldırıdan az sonra failler tespit edilmişti bile. Birkaç saat sonra ise zanlılar çoktan gözaltına alınmıştı. Şüphe yoktu, saldırıyı Esad yönetimi düzenlemişti. Elde kamera görüntüleri, itiraflar vardı. Meseleyi bu kadar hızlı çözen bir teşkilatın, saldırıyı neden önleyemediği, bir soru işaretidir. Hükümetin Reyhanlı’yı –bilerek ya da bilmeyerek– başıboş bıraktığı ortadadır. Toplumu, Esad yönetiminin Türkiye’yi karıştıracak eylemler peşinde olduğu yönünde, sürekli olarak uyaran bir hükümetin, bu açıdan ilk hedef halindeki bir ilçeyi böylesine kontrolsüz bırakması, skandal boyutunda bir ihmal. Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun devreye girmesi ve Erdoğan’ın, MİT ile Emniyet arasında bir kopukluk olduğuna işaret etmesi, bu ihmalin artık gizlenemez boyutta olduğunu gösteriyor.
 

Hükümetin, saldırı günü, RTÜK eliyle, içeriği ve kapsamı anlaşılmayan bir yayın yasağı peşinde koşması da ayrı bir mesele. Zaten hükümetin çizdiği çerçevenin dışına pek fazla çıkamayan televizyonlar, bir de böylesine karmaşık bir yayın yasağı kararıyla karşılaşınca, olay günü ne yapacaklarını bilmez hale geldiler. Anlaşılan, Reyhanlı’da AKP’ye yönelik sert bir tepki geliştiğini gören hükümet, ilçeden –hasbelkader– yapılacak yayınların önüne geçmek istedi. Bu da ayrı bir skandal.
Hükümet-medya ilişkilerinin de perişan halde olduğunu söylemeliyiz. İktidardan, Emniyet’ten gelen her bilgiyi, hiç sorgulamadan manşetleştiren, hatta bire bin katan ‘merkez medya’ da hiç iyi bir sınav vermedi. Eldeki bilgiler sadece hükümet-iktidar kanalından gelen bilgilerdir. Bu bilgilere şüpheyle yaklaşmayı geçtim, bir de “En sansasyonel başlığı biz atacağız” yarışına girmek, iktidar-medya ilişkilerinde 28 Şubat döneminden bu yana hiçbir şeyin değişmediğini gösteriyor. İlk karambol dağılınca bazı gazetelerin ‘suçlanan’ kesimle konuşması, elbette hatırlanmalı. Ancak, bu gazeteler istisna kategorisinde yer alıyor. Bazı gazeteler de, Reyhanlı’dan ‘sansürsüz’ izlenimler geçerek, ilçede neler olup bittiği hakkında küçük de olsa bir fikir edinmemizi sağladılar. İlk günden bu beri bilgi akışını sağlayanlar arasında BBC Türkçe Servisi’nin de yer aldığı notunu da düşelim.

 

Bütün bu olup bitenler bize –elbette hiç istemeyiz ve olmaması için herkes elinden geleni yapmalıdır ama– olur da bir savaşa girersek, nasıl bir bilgi akışı ve iktidar-medya düzeni içinde yaşayacağımızı açıkça göstermiştir. İktidardan gelen bilgilerin hiçbir süzgeçten geçirilmediği bir medya, hatta sadece medya değil, bir akademi dünyası var karşımızda.
 

Cahilce bir soruyla bitireyim: Hükümet, araya bir ‘taşeron örgüt’ ihtiyat payını koyarak, “Bu işin arkasında Suriye var” diyor. Doğru mu anlıyorum? Bir ülke geliyor ve sizin 51 sivil vatandaşınızı öldürüyor. Buna verilen tepkiler aslında gayet ölçülü. Elbette “Vuralım” demiyorum, bunu kastetmediğimi anlatmama da gerek yok, ama hükümetin bize sunduğu tablonun çelişkilerle dolu olduğunu kabul etmeliyiz. Böyle bir tepkinin iki nedeni olabilir: a) Biz de orada öyle işler karıştırdık ki, sert reaksiyon veremiyoruz, b) Bu işin arkasında kim olduğunu bilmiyoruz –ya da biliyoruz– ama siyasi olarak “Suriye var” demeyi faydalı buluyoruz. Umarım bunların ikisi de doğru değildir.